Avatar (James Cameron - 2009)


Avatar kadar popüler bir konudan bahsetmek istemezdim. Fakat Avatar beni buna mecbur bıraktı. Titanic haricinde yaptığı tüm işlerden keyif aldığım bir yönetmen Cameron abimiz. Bakmayın Avatar'ın yolda olduğunu da bir kaç ay önce öğrenmemiştik. Bekliyorduk, çekimi sırasında teknoloji henüz yeterli değil denilip durulan bir filmi seyretmeyi bekliyorduk.

Film hakkında beni en çok heyecanlandıran sözlerden bir tanesi buydu. Yeri geldiğinde Cameron abim durmuş ve teknoloji bu iş için uygun değil demiş. Nasıl bir görsellik ile karşılaşacağız sorusu doldurdu zihnimizi. Sonra filmin vizyona girmesine az bir süre kala yeni bir dedikodu çıktı. Sinemada siyah beyazdan renkliye geçiş nasıl bir şeyse Avatar da böyle bir geçiş yapacak dendi. Sanırım kastedilen filmin 3d gözlük ile seyrediliyor oluşuydu.

Şuna en başından açıklık getirelim. Avatar bence sinema tarihinde siyah beyazdan renkli sinemaya geçiş kadar büyük bir olay yaratmıyor. Ama Avatar genede sinema tarihine şimdiden geçmiş gibi görünüyor. Aslına bakarsanız filmde yenilikçi denilebilecek hiç bir şey yok. Konu tanıdık; olay örgüsünü en başından oturtabiliyorsunuz kafanızda ve hiç bir şey beklediğinizden farklı gelişmiyor. Sonra karakterler çok tanıdık, asi, cesur ve kalbi güçlü bir ana karakterimiz var, başta ona gıcıklık yapan ama sonra kanka oldukları bir bilim kadını var. Kabilenin reisinin kızı var, o kızın yamuklusu olup günün birinde kabileyi yönetecek olan gıcık başka bir adam var. Tüm karakterler ve tepkileri oldukça tanıdık. Sonra görsel anlamda da değişik bir şey yok. Yeni bir 3d tekniği zaten bir süredir vizyonlarımız da olan birşey. Hatta kafayı çekip 3d korku filmleri izlemek gibi şeylerden keyif alan arkadaşlarım bile var. Sonra yeşil ekranın önünde çekilen filmlere ve ya animasyon gerçekçiliğine yabancı değiliz. Tabii burada Avatar'ın animasyonlarına ayrıca bir şapka çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Kesinlikle muhteşemdi ama sonuçta bu ince bir işçilik ile alakalı birşey (kolaysa sen yap, -istesem yaparım : P). Yani ortada yeni bir şey yok. Lakin tüm bunlar Avatar'ın muhteşem bir film olmasına engel olmuyor.

Herşeyden önce film izleyiciye 3 saatlik eşi benzeri görülmemiş bir Pandora deneyimi yaşatıyor. O kadar güzel ve en ince ayrıntısına kadar o kadar zengin tasarlanmış bir gezegen ile karşı karşıyayız ki sadece Pandora manzaralarında dolaşma deneyimi sağlayan bir matine olsa gider izlerdim. 3d'nin avantajımıdır, animasyonların gerçekçiliğimidir bilemem ama Jack (asıl adam) uzay gemisinden indiğinde onunla birlikte bizde indik o gemiden ve onun yaşadığı her şeyi bizde deneyimledik. Kendi adıma söylemem gerek, bir izleme eyleminden ziyade deneyimlemekti yaşadığım. O yüzden filmden çıktığımda kendimi bir üç saat daha orada olmak isterken buldum.

Hikaye ise kesinlikle klişe bir hikayeydi. Onlarca kez izlemişizdir böyle filmleri, okumuşuzdur böyle romanları. Ama şunu asla reddedemem, güzel özene bözene yapılmış bir black metal albümü nasıl insana (içinde hiç yeni bir şey olmasa bile) bir tatmin hissi veriyorsa (eminim her insan yaşamıştır bu hissi : P), bu filmde hikayesini sana o şekilde anlatıyor. Bir kere "eğer inanırsan herşey olur" hatasına kapılmaması filmin değerini benim gözümde artırıyor. Ciddi bir Amerika eleştirisi yapıyor oluşuda kesinlikle hikayeyi çok daha anlamlı kılıyor. Ayrıca Pandora'nın doğasının temellendirilme biçimi kesinlikle çok güzel. Öyle bir dünya da yaşamak istiyor insan. Aşk hikayesi bile inanılmaz tanıdıktı, ama Neytiri'nin suratını (dalların arasından görünen suratındaki ifadeyi) ilk gördüğümüz sahneden, Jack'in insan bedenine sarıldığı sahneye kadar muazzam bir romantizm vardı.

Özel efeklerden nerede nasıl bahsetsem tam olarak emin olamıyorum. Hani yeni bir şey yok dedik ama kesinlikle derdim efektlere ve animasyonlara bok atmak değildi. Muhteşemdi grafikler. Ayrıca sadece grafiklerin güzelliği değil mesele, aynı zamanda tasarımlar da inanılmazdı. Ya da şöyle söylesem daha doğru olur, sadece mech'lerin ve patlamaların güzelliğinden etkilenmedim, o koca ağaçtan, yürüdükçe parlayan yosunlardan ve daha bir çok şeyden büyülendim.

Avatar kesinlikle epik ve gösterişli bir film. Duru ve mütevazi bir film izlemek istiyorsanız bu filmin size göre olmadığını zaten anlamışsınızdır. Lakin dolu dolu geçen bir üç saat istiyorsanız bu filmi seyredin. Sinemada seyredin ve hatta 3d gözlük ile seyredin. Sinema'nın büyüsü denilen şeye bir kez daha şahit olun, şahsen ben uzun zamandır o büyüyü hissetmemiştim.

Ankara'da Yer Yok - I

Ankara günlerini anmadan geçen bir meyhane gecesi olmuyor sanırım. Geçen hafta üzerimde ciddi anlamda baskı oluşturan bir sınavdan sonra değerli dostlarım Çetin ve Şahin ile iki kadeh atalım acılara kederlere bir dur diyelim dedik. Birinci küçük ile ikinci küçük arasındaki küçük zaman aralığında Çetin ile ortak arkadaşımız olan Emre geldi aklımıza. Şahin'e Emre'yi anlatmaya başladık.

Tabii konu Emre olunca benim için de işin rengi bir miktar değişiyordu. Zira kendisi Ankara günleri boyunca her hafta sonunu birlikte geçirdiğim, aynı evde yaşamıyor olmamıza rağmen evimde yeri olan bir adamdı. Küçüktük o zamanlar, çok fazla fikrimiz vardı hayata dair. Her hangi bir konuda fikrimiz vardı. Hafta içi okul ve diğer şeyler ile uğraşır, hafta sonları da sokakta ve hayatta neler oluyor bakmaya devam ederdik. Konuşmadığımız konu yoktu, şakasını yapmadığımız şey kalmamıştı.

Trajediler kadar başımıza bir sürü komik şey de geliyordu. Baş başa verip bir konu üzerinde bazen o kadar ciddi ve dikkatli konuşuyorduk ki çevremizde olan biteni fark edemez oluyorduk. Bir gün bir barda saatlerdir devam eden konuşmamız, güzel bir bayanın, güle güle masamıza kendi ikramı olan çerezi bırakıp, bize el sallayarak mekandan çıkması ile bölünmüştü. Biraz öncesine kadar müziğin dinamikleri hakkında evrensel laflar eden iki kafası karışık genç adam olarak böyle bir jesti nasıl yorumlamamız gerektiği hakkında yanılıyor olabilirdik, genede bunu güzel bir anı olarak bir kenara koyup (bundan keyif alıp) konuya gere dönmeyi tercih etmek o sırada yanlış bir karar gibi gelmiyordu (galiba hala gelmiyor).

Ankara'da hayat bazen acayip esprili ve güzel diyebileceğimiz şeylere gebe oluyordu. Mesela bir akşam Emre ile evin yakınlarındaki bir büfeden günlük Tekel ihtiyaçlarımızı karşılayıp, şişelerin dibini aramaya kalkacaktır. Büfeye giderken arkamızdan bir ses geldi, ses karanlık çalıların oradan geliyordu; "Emrah!!!". Bu kalın erkek sesi bana hitap ederken pek de dost sesi gibi gelmiyordu. Ne oluyor ulan edası ile arkama baktığımda kesinlikle gergindim. Seveni kadar nefret edeni de olan birisi olduğum için kaygılanmakta haklıydım. Emre'de biliyordu kaygılanmakta haklı olduğumu. Boş ver babuş işimize bakalım dedi Emre. Sonradan kaygılı ama kendinden emin gibi durmaya çalışan bir sesle kimsin diye bağırdım (hiç laf dinlemem). Sevenler tarafından çıkan çocuklar sayesinde içimiz rahatladı, aldık içkimizi içtik beraber. Tabii ilk olarak bizi seven insanlara, gece gece bizi tedirgin ettikleri için teşekkürlerimizi sunduk. Sonrada hızla sarhoş olduk.

Sanırım o zamanlar hızla sarhoş olmak, şu günlerde hızla sarhoş olmaya nazaran daha keyifli bir şeydi. Hem Emre ile hem de bir sürü güzel insanla, bir çok kez hızlıca sarhoş olmuşuzdur. Sanırım kendini kaybetmek demek, aslında kendim dediğimiz şeyin üstüne, önüne, çevresine koyduğumuz duvar, maske, kalkan gibi şeyleri ortadan kaldırmak oluyor. Duygusal birisiysek duygusal, iğrenç rezil bir insansak, rezil iğrenç bir insan oluyoruz sarhoş olunca. Olabildiğince kendimiz olmak hoşumuza gidiyordu sanırım.

O yüzden içiyor, hayatı kovalıyorduk. Gerektiğinde bu gece ortama akacağız babuş deyip Limon'a gidip canlı müzik dinliyor, gecenin sonunda da çözülmesi gereken en önemli hadiseleri bir yazı tura ile hallediyorduk. Bazen hadiseler ciddi ve hassas yaklaşılması gereken meseleler oluyordu (kim yerde yatacak, kim kanepede yatacak gibi) ve bazen kazandığını zanneden tam olarak istediği zafer anını yaşayamıyordu (kanepede yatan yalnız uyur, yerde yatan güzel bir kızla uyur gibi).

Elbetteki bu bahsettiklerim çıkan kısmın özeti bile sayılmaz, Ankara günlerinde başımıza gelen onlarca şeyi düşününce. Ağzımız süt kokuyordu ama kararlıydık, kovalıyorduk hayatı. Biz buradan o eski cahil çocuk olarak çıkmayacağımızı biliyorduk, gerekirse bar filozofu, gerekirse sokakların adamı olacaktık. Galiba ikisi de olamadık. Ama elimizde bir çok anı ve anlatacak bir çok hikaye kaldı. Emreyi bilmem, benim için bu yeterince iyi.

NOT: Ulan eskiden ikinci küçükte eski aşklardan bahsedilirdi, şimdi Emre'den bahsediyoruz. Yaşlandık diyeceğim 35 yaşına gelince diyecek bir şey kalmayacak diye susuyorum.


* Ankara günlerini hatırlatan dokunaklı bir şarkı

Benim İçin Kutlama Yok*

Paradise Lost'tan No Celebration çalıyor. 2009'u düşünüyorum. Birşeyler yazmak gerekiyor 2009 hakkında. Burasını ağlama duvarı olarak kullanmak istemediğim için ayağımı denk almam gerekiyor. Bazı alışkanlıklardan kurtulmak zaman alıyor.

2009 kesinlikle çok zor bir yıldı benim için. Yıllar süren öğrenci hayatından sonra belirsiz bir iş hayatına girdiğim, sürekli birşeylerin olması için beklediğim ve beklerken hayatımda hiç olmadığım kadar ömrümü çöpe atıyor hissettiğim bir yıldı. Param yoktu, yapacak bir şeyim yoktu, umudum vardı ama takatim yoktu.

Sürekli birşeyleri beklemek durumundaydım. Mezuniyet için hocaların kararını, staj defterimin onayını, yüksek lisans için İngilizce yeterlilik sınavının sonucunu bekliyordum ve bu beklemeyi sona erdirecek hiç bir şey yapamıyordum. Çok ciddi ihtiyaçlarım vardı. Mesela iş hayatımın devamı için çalıştığım şirketin batıp batmayacağını, lanetleri ile üzerime üzerime gelen evden çıkabilmek için önümü görüp göremeyeceği bilmem gerekiyordu. Belki de yıllarca olmasından kaçtığım şeyleri teker teker kendi ellerim ile yapmak zorunda kalacaktım. Eve geri dönecek, babamın işini üzerime alacak, saçımı kestirecek, askere gidecek ve ne olmam bekleniyorsa o olmak zorunda kalacaktım. Ne olduğumun ve ne olmam gerektiğinin bir önemi daha fazla kalmayacaktı. Hiç bir şeyin garantisi yoktu ama şunun garantisi vardı, bir hiç için kimse İstanbul'da yaşamaya devam etmem için bana sponsor olmazdı.

Sürekli oradan basıp gitmeyi istememe rağmen bir türlü ayrılamadığım evim benim için çok ciddi bir sorundu. Hani mekanı mimari olarak beğenip beğenmemeyi geç o kadar çok manevi rahatsızlık birikmişti ki o evde. Bir de en sonunda tekrar o küçük odaya sıkışmak zorunda kalmak, geride bıraktığım hayatımın izdüşümlerine maruz kalmak, evimin bir otele dönüşmesi, mecburiyet, ihtiyaç ve tercih edilmemeye dair karışık konu başlıkları ile birlikte artık beni tamamen boğmaya başlamıştı. Ve oradan çıkmanın yolunu cidden bulamıyordum. 2009'a dair bildiğim en kötü şey o ev ise en iyi şeyde o evi tüm lanetleri ile beraber geride bırakmam. Bazı şeylerin izi kaldı, bazılarının kabuğu daha yeni kuruyor ama orası bundan sonra bana zarar veremeyecek.

İş hayatı ise tamamen yeni bir macera oldu benim için. Kendimi şanslı hissettiğim bir çok şey var bu konuda, elbette şansız hissettiklerim de. En önemlisi sanırım, saçma salak bir kurumsal disiplin anlayışı ile sabahları işe girerken Adımız ile İstiklal marşını söylemiyor oluşumuz. Kimsenin ne saçıma ne de giysilerime karışmadığı bir yerde çalışıyor olmak benim için gerçekten mutluluk verici. Diğer taraftan katlanmak zorunda olduğumuz sıkıntıların sadece benim katlanmam gereken bir sıkıntı olmaması da benim için anlamlı birşeydi. Zor geçiyordu bazı şeyler ama kendimi kandırılmış, kullanılmış ya da aldatılmış hissetmiyordum. Bunlar güzeldi. Ve şimdi de yavaş yavaş bazı şeyler yoluna girmeye başladı, hiç birşey istediğim hızda gitmiyor ama öyle yada böyle işler yoluna giriyor. Ama yarın ne olacağını bilememe ve hep en kötüyü bekleme cidden çok yorucuydu.

Tabii sürekli birşeyleri beklerken bir süre sonra da ne olduğunu anlamadan beklediğin şeyler başına gelmeye başlıyor. Sorunlu bir yüksek lisans başvurusundan sonra, sınavı geçebilecekmiyim? Bölüme kabul edilecekmiyim tarzı soruların cevapları ile boğuşmaya hazırlanırken birden bire derslere girmeye başladım. Hani okulu kazandın, dersler başlayıncaya kadar (atıyorum bir hafta) bunun mutluluğu ile otur bilgisayar oyna, sarhoş ol, ne biliyim koş bayırlara denmesini istiyor insan. Kazandın bu senin hakkın. Kimse bir bok demese bile bir hafta bu işi halletmiş olmanın huzurunu istiyorsun. Leş gibi bir ruh ile, inanılmaz yorgun, güçsüz ve korka korka gittim ilk derse. En son ne zaman tatile çıktım lan ben!.

Sonra bir de işten sonra derse gitme sıkıntısı başladı. İkinci öğretimde okuyor olmak, iş yerinden çıkınca yürüyerek derse gidiyor olmak, patronun işimin okuluma zarar vermesine izin vermiyor olması çok büyük avantajlardı. Bunlarda 2009 için şanslı olduğum şeylerdi ama ne olursa olsun, bütün gün ofiste kebap yapıyor olsan bile saat yedide derse gitmek çok sıkıcı birşey. Sıkıcılığını boş ver, o derste oturup dersi dinleyebilecek enerjiyi kendinde bulmak çok zor. Yıllar sonra vitamin kullanmaya başladım. Eğer o da işe yaramasaydı extasy içip öyle gidecektim derse (hoca b-search treelerden bahsederken ben arkada ağzımda bir düdük, öttüre öttüre kopuyorum falan).

2009 zordu, gerçekten çok zordu. Bilmediğim bir hayata başlarken diğer taraftan bildiğin bir hayata veda etmek zordu, bunu istiyor olmama rağmen zordu. Tüm bunlarla birlikte hayallerime ve hislerime sahip çıkmak, onların arkasında durmak daha da zordu. Sonra kendim ile barışmak (hadi barışmaya diyelim) ve artık kendime zarar vermemeye çalışmak zordu (hala da zor). Ya da tüm bunların kaynağı olan bakış açısını, düşünce tipini değiştirmeye çalışmak zordu. Daha önceden yüzmediğim bir denizdi bu, bildiğim bir denizde boğulmak üzereyken geçtim oraya. 2009 zordu ama dersler ile doluydu, gene geriye pişmanlıklardan ziyade zorlu ama öyle ya da böyle iyi biten hikayeler kaldığı için memnunum.

Ve müzik, 2009 da en çok ne dinledim diye sorduğumda last.fm oturdu anlattı uzun uzun. Önce şöyle dedi; 2009'da en çok dinlediğin 20 grup

1 Tiamat 3,813
2 The Cure 3,711
3 Sentenced 3,448
4 Paradise Lost 3,012
5 Moonspell 2,895
6 Queen 2,662
7 Nick Cave and the Bad Seeds 2,507
8 Metallica 2,271
9 Red Hot Chili Peppers 2,146
10 Tori Amos 1,946
11 Katatonia 1,812
12 Poisonblack 1,804
13 The Black League 1,794
14 Travis 1,784
15 Type O Negative 1,737
16 Marduk 1,652
17 Dimmu Borgir 1,601 (Nasıl ya bir yanlışlık olmasın?)
18 God Is an Astronaut 1,584
19 Amorphis 1,492
20 Dark Tranquillity 1,325

Sonrada dedi ki; 2009'da en çok dinlediğin 20 şarkı

1 Sentenced – Noose 123
2 The Cure – Fascination Street 109
3 Sentenced – For the Love I Bear 107
4 code – Smother The Crones 103
5 Tiamat – Vote for Love 102
6 Poisonblack – Left Behind 97
7 The Cure – Lullaby 95
8 Poisonblack – Bear The Cross 94
9 Queen – You Don't Fool Me 93
9 God Is an Astronaut – Forever Lost (Reprise) 93
11 Lacrimosa – Der Morgen danach 92
12 Lake of Tears – Last Purple Sky 91
12 Metallica – Disposable Heroes 91
14 Nick Cave and the Bad Seeds – Hold on to Yourself 90
14 Renaud Garcia-Fons – Alto Pais 90
14 code –Brass Dogs 90
14 Tiamat – To Have and Have Not 90
14 Tori Amos – Strange 90
19 Tiamat – Love Is as Good as Soma 89
20 Nick Cave and the Bad Seeds – Jesus of the Moon 87

Sonra tabii dayanamadım sordum, nerede Paradise Lost ile Katatonia'nın son albümleri, deli gibi dinlemedik mi kendilerini dedim, o da bana son üç ayı gösteri

1 Katatonia – Forsaker 72
2 Sentenced – For the Love I Bear 69
3 Sentenced – Noose 62
4 Katatonia – Onward Into Battle 52
5 Paradise Lost – Faith Divides Us - Death Unites Us 51
6 Katatonia – The Longest Year 47
6 Paradise Lost – I Remain 47
6 Paradise Lost – I Am Nothing 47
9 Paradise Lost – As Horizons End 45
10 Katatonia – Liberation 42
11 Iced Earth – I Died for You 41
12 Paradise Lost – Mouth 40
12 Paradise Lost – First Light 40
12 Enter the Hunt – GO 40 (!!! çok güzel çooook)
15 Katatonia – Idle Blood 38
16 Paradise Lost – Living With Scars 37
17 Katatonia – The Promise of Deceit 34
18 Paradise Lost – The Rise Of Denial 33
19 Katatonia – Departer 31
20 Katatonia – Nephilim 30

*


NOT: Herkese mutlu yıllar, herşey gönlünüzce olsun :)

Metalciler Pop Çalarsa

Bir kaç güzel kavıra ufuk'tan gelen cevaptan ve geçtiğimiz cumartesi gittiğimiz mekanda dinlediğimiz Abba Gimme Gimme Gimme kavırından sonra benzer bir liste daha yapma ihtiyacı duydum. Bu sefer pop şarkılarının metal kavırlarını seçmeye çalıştım.

To Die For - In The Heat Of The Night (Sandra)
Ufuk bunu senin listenden çaldığımı düşünmeni istemiyorum. Sene 2001. To Die For Sentenced ile Avrupa turuna çıkan grup olarak bize pazarlanmaya çalışılıyor. Diyorlar ki HIM gibi müzik yapıyorlar ama çok daha sertler. Haklıydılar. Neyse efendim, her albümlerinde bir tane kavır koymaya gayret gösteren bu arkadaşlar ilk albümlerinde Sandra kavırlamışlardı. Son günlerde dağılmak ile dağılmamak arasında kalan grup belki vaktiyle nuclear blast tarafından daha iyi pazarlanabilseydi çok daha popüler bir topluluk olabilirdi, ki her albümde yaptıkları kavırlar aslında bunu ne kadar çok istediklerini gösteriyor.


Graveworm - I Need A Hero (Bonnie Tyler)
Aslına bakarsanız Graveworm pek dinlediğim bir topluluk sayılmaz. Sadece iki parçasından haberdarım hatta. Onlarda zaten birer kavır. Birisi Bonnie Tyler'dan I Need A Hero, diğeri de REM'den Losing My Religion. Listeme Losing My Religion'u sokmadım zira kendisinin bir pop şarkısı olduğunu düşünmüyorum. Graveworm'a ve kavırına dönersek adamların yaptıkları extreme müziğin enerjisini kavırladıkları parçaya aktarabilme özellikleri taktire şayan.


Beseech - Gimme Gimme Gimme (Abba)
Her ne kadar bas tonlu vokalistleri sevsem de benim bile vokallerini kasıntı bulduğum bir grup Beseech. Bir iki albümünü oturup dinlemişliğim de vardır. Eminim birileri için çok özel bir gruptur, benim için değil. Lakin hiç bir sempati beslemedeğim ve inanılmaz sıkıcı bir şarkı olduğunu düşündüğüm Gimme Gimme Gimme'yi çok güzel kavırlamışlar. Kutluyorum.



Cradle Of Filth - Stay (Shakespeare's Sister)
Bakın buna çok şaşırdım. Böyle bir kavır olduğundan haberim yoktu, yeni öğrendim kendilerini. Bacak kadar bir çocukken hem klibini hem de kendisini çok severdim Stay'in. Hmm belki de Cradle tamamen kavırlardan oluşan bir albüm yapmalı. Zira bu herifler kavır işinden anlıyor.


Paradise Lost - Small Town Boy (Bronski Beat)
Kesinlikle listedeki en iyi kavırlardan bir tanesi. Orjinal şarkının klavye melodileri Mackintosh'un lead gitarlarına çok ama çok yakışmış. Nick abim ise kendi ses renginin dışındaki şarkıların söylemek konusunda resmen bana ders verircesine söylemiş şarkıyı. Büyüksün abi, not aldım çalışıyorum.


Rammstein - Das Modell (Kraftwerk)
Tekno - elektronik müziğin krallarını endüstriyel rock/metal müziğin kralları kavırlarsa ne olur? Şurası bir gerçek, Das Modell kullanılan çalgılardan bağımsız olarak çok güzel melodilere sahip bir şarkı, Rammstein ise benim için o şarkıyı çok daha rahat dinlenebilir bir hale sokuyor.


İki listemde de Metallica değinmiyor olmam, Metallica kavırlarını sevmememden değil Metallica kavırlarının ayrı bir makale konusu olduğunu düşünmemdendir. Children of Bodom'un pop kavırlarına ise kendilerini hiç sevmediğim için yer vermiyorum.

Norveç'teki Abim Ya da Odin İçin Gözyaşları

Sene 2001. Öss'e yeni girmişim. Hayatımda daha önceden hiç tatmadığım bir stres seviyesindeyim. Öss yüzünden üzgün ve hayal kırıklığına uğramış hissediyorum. Tüm kalbimle İstanbul isterken Hacettepeye gidiyorum. Ama asıl mutsuzluğum kalbim kırık bitmiş bir ilişki için yas tutuyorum. Tüm bu karmaşık ruh halleri ile mücadele ederken fedakar ailem beni tatile göndermeye karar veriyor.

Sıra arkadaşım Cihan ile tatile gidiyoruz. Fethiye'ye gitmiştik yanlış hatırlamıyorsam. Kaldığımız pansiyonda kötü bir aile pansiyonu idi. Hatırlıyorum Cihan'ın tek derdi yaz çapkınlığı yapmaktı. Aslına bakarsanız her ne kadar tatile giderken bile belki de orada "onunla" karşılaşırız ruh halinde olsam da bende çapkınlık ile şansımı denemek istiyordum.

Şimdi burada ayrıca değinmem gereken bir konu var. Hayatım boyunca çok enteresan denyoluklara şahit olmuşumdur. Kendi adıma da çok iddialı denyoluklar yapmışımdır. Ama aslına bakarsanız bu hikayedeki denyoluğum (ve muhteşem performansım) tamamen koşulların sonucuydu. Mesela gittiğimiz yerde topu topu bir kaç tane gece kulübü vardı. Bir tanesine ilk gidişimizde iki tane önemsiz Türk ergeni olarak pek de iyi ağırlanmamıştık. Barmen ve garsonların her turiste inanılmaz sıcak ve ilgili yaklaşımını görüp bize karşı takındıkları için biranızı gidin tavırları çok rahatsız ediciydi. Biz de o gün bir hinlik yapmaya karar verdik.

Dışardan bakınca Avrupalı sanılacak bir tipim var. Bir keresinde daha bacak kadar çocukken gittiğimiz bir Marmaris tatilinde ablam ile restoranların olduğu bir sokakta yürüyorduk. Bir garson bize (turist olduğumuzu düşünüp) Türkçe olarak Restoranımıza gelip kazık yemenın o muhteşem hissini yaşamak istemezmisiniz demişti. Ablam ve ben gülmeye başlayınca adam çok utanmıştı.

Buna benzer anılarımın verdiği güven ile Cihan'a turist gibi davranalım adam gibi muamele görelim demiştim. Cihan tamam demişti. Ben hemen norveçli olmuştum (şaşırdınız mı). Hatta ismim olarak da Saffah diyordum insanlara (buna eminim şaşırmışsınızdır). Cihanın ise tatar olduğu için kırım Türkü olmaktan başka çaresi yoktu. Kimliklerimizin yanı sıra kendimize çok güzel bir arka planda hazırlamıştık. Ben mesela altı yıldır Norveçte yaşamıyordum. Son üç yıldır Türkiye de olduğum için Türkçe konuşabiliyordum (kendimce bir yabancı aksanı bile tutturmuştum) ve ondan önceki üç yıldır da İngiltere de olduğum için ana dilimi neredeyse unutmuştum (bak bu hiç de gerçekçi değildi aslında). Ama bir şekilde insanlar buna ya inanıyor ya da inanmamak için bir sebep görmüyordu.

Bu sahte kimliklerimiz ile insanlar ile dost olmaya bile başlamıştık. Bir otelin barındaki artist barmen ve onun çevresindekiler ile kanka olmuştuk. Ne anlatsak dinliyorlardı. Ve sık sık çok iyi Türkçe konuştuğumuz için bizi takdir ediyorlardı.

Tabii bazı zor durumlar ile karşılaştığımızda oluyordu. Kalabalık bir grup olarak oturduğumuz bir mekanda duvarda asılı bayrakları gösterip Norveç bayrağı hangisi diye sorulduğunda çok zor anlar yaşamıştım. Ama burada yok dediğimde hiç kimse beni bozma ihtiyacı duymamamıştı. Sanırım onlar da bilmiyordu Norveç bayrağını.

İnsanın kendisine hayali bir kimlik oluşturması inanılmaz ilginç bir deneyim. Internet üzerinden olmadığın bir adam gibi davranmaktan çok daha farklı bir tecrübeydi yaşadığımız. Ne olmak istiyorsam oluyordum. Mesela bir akşam bir kulüpte insanlar kendilerini boyayarak eğlenmek gibi birşey yapmışlar (nasıl bir eğlence anlayışı bilemiyorum). Biz oraya o etkinlik bittikten sonra gitmiştik. Mekanın tuvaletine girdiğimde suratındaki boyayı silen metalci bir çocuk görmüştüm. Eleman kafasına ters haç çizmişti. Çocuğa İngilizce bunun anlamını biliyormusun diye sordum. Eleman evet dediğinde I am from Norwey demem yetmişti. Tüm arkadaşlarını çağırmıştı ve black metal muhabbeti yapmıştık.

"Abi Shagratı tanıyormusun? Tanımazmıyım. Abi Hellhammer ile muhabbetin varmı? Olmaz mı en sevdiğim abimdir" Şeklinde diyaloglar ile çocuklara hayatımın artistliğini yapmıştım. Ama asıl artistliği Norveç kimliğim ile tanıştığım Türk kızına yapmıştım.

Yabancı olmanın getirdiği rahatlık ile değişik arkadaş gruplarına çok rahat girebiliyorduk. Türkçe konuşabilen bir yabancıya daha da sempatik yaklaşıyorlardı. Böyle gruplardan bir tanesinde bir kızla flört etmeye başlamıştım. Ama aslına kalbim kırık ve mutsuz olduğum için kızın elini bile tutmamıştım (yoksa tutamamışmıyıdım?). Tabi buna rağmen biz oradan ayrılırken hüzünlü bir ayrılık olmuştu. Zira o kız ile birşeyler paylaşmıştık. Ki sanırım bu hayatımda yaptığım en denyo şeylerden bir tanesiydi (ama harbiden iyi bir performanstı).

Bir gece birlikte sahile inmiştik. Muhabbet ediyorduk. Tabi geveze bir herif olduğum için ve yeni kimliğimin bana kafama göre ne istersem anlatma şansı tanıdığı için türlü türlü hikayeler anlatıyordum. En muhteşem hikayem ise neden Norveç'ten ayrıldığım ile ilgili olandı. Sözüm ona benim için çok değerli olan bir abim vardı. Bana her koşulda örnek olan ve bana inanılmaz değer veren. Lakin abim Odin'e ve sadece Odin'e inanıyordu. Odin'in topraklarına kilise dikmek ise en büyük günahtı. Benim abim bundan altı yıl önce bir kilise yakmıştı ve şimdi hapisteydi. Ailem beni bu yüzden (ondan çok etkilendiğim için) önce İngiltere'ye ardından da Türkiye'ye sürgüne göndermişti. Abimin etki alanından uzaklaşmam onlar için çok önemliydi.

Kız ilgi ile dinliyordu. Ama benim bunları anlatırken hafif hafif ağlamam ile kız çok daha ilgilenir olmuştu. Ben ise içimden kendi kendime yuh diyor, denyoluğuma şaşırıyor ama gizliden gizliye oyunculuk kabiliyetime vay be diyordum.

Saffah'ın Mobil Müzik İle İmtihanı

Dün akşam eve dönerken kulaklığım bozuldu. Elbette bu size bir trajedi gibi gelmiyordur ama beni biraz tanıyanlar durumun benim için ne derecede ciddi olduğunu bilirler.

Öncelikle kısa bir tarih bilgisi. Sanırım ilk walkmanimi dayım almıştı. Hem bana hemde kuzenim Duygu'ya almıştı birer tane. Küçük birer çocuktuk ve sözüm ona ben daha yaramaz olandım (aslında değildim sadece daha dürüsttüm) ve belki de sadece bana alınan bir oyuncakla oynamamda sakınca görmeyen annem sayesinde kendi walkmanimi doğru düzgün kullanamadan bozdum (Duygu'nun kisi uzun süre sağ kaldı). Tabii o zamanlar daha ilk okula bile gitmeyen bir velet olarak müziğin önemini henüz fark edememiştim.

Asıl walkman deneyimini ablam sayesinde yaşamıştım. O daha üniversitede öğrenciyken ve bende henüz hazırlık öğrencisiyken (orta okul öncesi) o sıralarda bana dünyanın en güzel şeyi gibi gözüken bir walkmani vardı. Nasıl oldu da o walkmanin bir şekilde benim olmasını sağladım bilemiyorum. Hatta daha sonra bir walkman daha almıştı ki o hakikaten yüreğimi ağzıma getiren bir walkmandi. Kayıt yapabiliyordu, neredeyse bir kaset kadar inceydi ve herşeyden havalısı kordondan kumandası vardı.

Kordondan kumandası olan bir walkman bu dünyadaki en güzel şeydi.

Orta okul ve lise bir şekilde ablamdan bana miras kalan walkmanlerle geçmişti. Uzun otobüs yolculukları ile okula gidip geldiğim için, özellikle de pek geyik yapacak modda olmadığımız sabahları walkmanler müzik dinlemekten en keyif aldığım yerdi.

Sonra lisenin 2 sıralarında müzikal evrimimde hız kazanarak Türkiye de kaseti basılmayan grupların albümlerini alma ihtiyacı duymaya başladım. Mesela o günler de bir Immortal kasedi bulabiliyordun yücel müzik sayesinde ama bir atlantis basmıyordu Cradle kasetleri. Zihni bir kez Dimmu Borgir basmıştı ama sadece bir The Spiritual Black Dimensionsla ömür geçmezdi. Ki diğer bir çok albümün cd versiyonları vardı. Artık vakti gelmişti. Bir diskman almam gerekiyordu.

İlk diskmanim çok havalıydı. Walkmanlerim gibi o da sony'di ve gene gayet ince ve kordondan kumandalı bir aletti. Hem lise hem de üniversitenin ilk yıllarında her gittiğim yere benimle gelmişti. Ama önce kordondan kumandası bozulmuştu, sonrada cdleri okuyamaz hale gelmişti. İkinci bir diskman vakti gelmişti. İkinci diskman'im aynı serinin daha modern bir haliydi. Daha inceydi ve kordondan kumandası rulo halinde, çok daha şık bir aletti. İstanbul'a gelinceye kadar onunla gidermiştim tüm müzik ihtiyacımı. Ama artık müzikal olarak ihtiyaçlarım da artmıştı. Mesela tüm günü bir cd ile geçiremiyordum. Yanımda o herşeyden sakındığım orjinal cdlerimi de taşımak istemiyordum.

Yıllarca walkmanleri ile müzik dünyamın ana sponsoru olan ablam bir gün bir mağazada ipod mini'yi gösterdi. Ve ipod (ve sanırım aynı zamanda apple) dünyasına böylece giriş yaptım. Aslında burada konuyu ipod üzerinde yoğunlaştırmak istemem (kullandığım ve çaldırdığım onca ipod'a rağmen - 4) zira fanatiklik derecesinde apple hakkında yazan adamlardan bir tanesi olmama gerek yok (ama her an olabilirim). Ama aletin markası ne olursa olsun tüm müzik arşivini yanında taşıyabilmek inanılmaz bir histi. Hala da öyle.

Özellikle yaşadığım bir histir. Evden çıkarken hangi cd ile çıkacağına karar verme süreci ve günün gidişatına göre başka bir cd'nin varlığına ihtiyaç duyma. Belki de herşeyin elinin hemen altında olması da çok doğru değildir ama müzik eğer ruhun besin maddesi ise bu konuda savurgan olmak çok da şımarıkça gelmiyor bana (ya da kabul edilebilir bir şımarıklık diyelim). Hatta gerekli maddi kudret cüzdanımda bulunduğu zaman yaklaşık bir ipod parası eden Shure kulaklıklardan almayı bile düşünüyorum. Ama hayatında eskittiği müzik çalar sayısının yirmi katı kadar kulaklık eskiten birisi olarak yalılarda (evet çoğul) oturacak kadar zengin olmadan bu cılgınlığı yapmamak en mantıklısı gibi gözüküyor.

Makul bir Sennheiser ile de çok mutlu olabilirim.


Çağdaş kolejine giden yolda, ilk walkmanim ile dinlediğim, tutku ile sevdiğim ilk metal şarkısı.

Faranjit olsun doktor bey

Geçtiğimiz haftalarda feci halde hasta oldum. Normalde kendime nazır sadık bir hastalığım vardır. Yıllarca çektim çilesini ama şimdi bir şekilde bir birimizi daha iyi tanıdık ve geçinmenin yolunu bulduk. Sağlıklı bir ilişkimiz olması için de onu başka hastalıklarla aldatmadım. Ama geçenlerde elimde olmadan ona olan sadakatim bozuldu, yatağa düştüm üstelik kendi yatağımıza.

Her ne kadar televizyon seyretmesem de gündemi internet gazetelerinden takip eden birisi olarak belki de domuz gribi fobisine kapılmamın bu yatağa düşüşte etkisi olmuştur.

Tabii yatağa düşünce ki psikolojim de bunun üzerine kurulu oldu. Mesela sürekli domuz gribi belirtileri gösteriyormuyum diye kontrol ettim. Nefes alırken zorlanıyormuyum, midem bulanıyormu, bağırsaklarımda işler yolundamı, ateşim varmı? Neyse ki tüm bunların dışında sadece hafif bir öksürüğüm ve kesinlikle başa çıkamadığım bir halsizliğim vardı. Hayatta kalacak gibi gözüküyordum.

İki gün boyunca yataktan çıkamayıp dinlenince ve 48 saate yakın bir süre uyuyunca akli dengemde beliren bir rahatsızlığa rağmen üçüncü gün daha sağlıklı bir şekilde yataktan kalkmayı başarmıştım. Zaten genelde ne hastalığına kapılırsam kapılayım (ister sadık hastalığım olsun, ister küçük bir kaçamak) muhakkak iki günde kalkardım yataktan (umarım hep böyle devam eder). Lakin yataktan kalktığım akşam bir vizem bulunmaktaydı ve o vizeye girecek durumda değildim. Hani bütün günü yatak dışında geçirecek gücü kendimde bulsam bile vizenin hakkını verecek kudretten kesinlikle yoksundum. Rapor almam gerekiyordu. Fakat takvimler 25 kasımı gösterdiği için ve emekçi memurlar haklı iş bırakma eylemlerini tüm Türkiye de uyguluyor olduklarından aradığım cevapları Taksim ilk yardımda bulamıyordum.

Yapacak başka bir şey kalmamıştı, özel bir polikliniğe gitmek gerekiyordu. Tabii önce bir tane bulmak gerekiyordu. Lise zamanlarından arkadaşım Çetin o sırada imdadıma yetişti ve tuttu kolumdan özel polikliniğe götürdü beni. Üstelik gittiğimiz yer sgk'lı hastalara bakan bir özel poliklinik idi. Herşey yolunda gidiyordu. Hemen muhasebe arandı, hasta sevk kağıdı polikliniğe faks çekildi, ödenmesi gereken küçük meblağ ödendi ve muayene için sıra beklenmeye başladı.

Artık iyileşiyor olduğum düşüncesi ile tek derdim rapor almaktı o yüzden rahat rahat sıra bekledim. Çetin sağolsun iyi vakitte geçiriyorduk (bir hastanede ne kadar iyi vakit geçirebilirseniz). Muayene sırası bana geldiğinde doktor bey çok sakindi. Herşey olabildiğince doğal gelişti. Hasta koltuğuna oturdum, dilimi çıkardım, kulaklarıma o garip büyüteç vari alet ile bakıldı falan. Ve tüm bunların sonunda heyecanlı bekleyiş sona erdi.

Artık hastalığımın ne olduğuna karar verme zamanı gelmişti.

Doktor bey bana soğuk kanlılıkla sordu; "Ya domuz gribi teşhisi koyacağım ya da faranjit, hangisini tercih edersin?".

Kararlılıkla cevap verdim; "Faranjit olsun doktor bey"

Hemen faranjit tedavisi için gerekli ilaçlar yazıldı ve bir günlük raporuma imza atıldı. Poliklinikten çıkarken kendi hastalığımı kendim seçmenin değişik hazzını ve haklı gururunu yaşıyordum.

Lemmy, Dave ve Stand By Me

Bir kaç güzel kavır dedik ama belkide en kayda değer kavırlardan bir tanesini atladık. İki efsane isim kendi müzikal çizgilerinin dışında bir şarkıyı inanılmaz iyi yorumlamışlar. Orjinali Ben E. King'e ait olan ve ilk olarak 1961'de yayınlan Stand By Me popüler kültürün önemli şarkılarından bir tanesi. Lemmy Kilmister ve Dave Lombardo ise popüler kültürün olmasa da bizim kültürümüzün önemli adamları. Bir de işin içinde Baron diye bir şahıs var ama ne kim olduğunu biliyorum ne de ne iş yaptığını.

Birkaç Güzel Cover

Metal müzik cover yapmak için en ideal müzik türlerinden bir tanesi sanırım. Güzel gitar tonları, etkileyici efektler, gümbür gümbür bir sound. Sıradan bir pop şarkısını bile yürek hoplatan bir metal şarkısına çevirebilirsiniz.

Tabi meselemiz sıradan pop şarkıları değil, bir kaç güzel kavır sadece...

Head Control System - Kiss From A Rose (Seal Cover)
Ulver'den Garm ile tanıdığımız ve sevdiğimiz Head Control System kendine has tarzı ile kendine has cool bir kavır yapmış. Allahın özene bözene çirkin yarattığı ama buna rağmen (belki de sanatçı kişiliğinin etkisi vardır) dünyanın en güzel kadınlarından birisi ile evli olan Seal abimizin Batmam Forever'da soundtrack olarak kullanılan Kiss From A Rose'u bence Head Control System için çok iyi bir tercih.



Susperia - Wild Child (Wasp Cover)
Pek ciddi bir thrash hayranı sayılmam. Ama konu Susperia olduğu zaman işin rengi değişir. Norveçli bu güzel insanların ilk albümlerinden son albümlerine doğru gittikleri yol, müzikal olarak ulaştıkları yer kesinlikle taktire şayan. Özellikle Athera (Pål Mathisen) abimin vokal performansına diyecek bir şey bulmak mümkün değil. Norveç'in en güçlü sesi. Ve onun sesine yakışan muhteşem bir kavır.




One Man Army and The Undead Quartet - He's Back (Alice Cooper Cover)
The Crown dağıldıktan sonra (ki tekrar toplandı sanırım) Johan Lindstrand'ın ben bu işi henüz bırakmadım diyerek kurduğu One Man Army And The Undead Quartet The Crown kadar olmasada melodik death - thrash adına iyi işler yapan bir topluluk. İkinci albümlerinde kavırladıkları meşhur Alice Cooper şarkısı kesinlikle dinlemeye değer bir kavır. Özellikle konuk vokalistin performansı çok güzel (kim di acaba bu adam). Şarkının olayı ise 13 Cuma filmlerinden bir tanesi için yazılmış promosyon niteliğinde olması.




ULVER - Solitude (Black Sabbath Cover)
Ulver her zaman ayrı bir makale konusudur. Her yaptıkları, her albümleri, her notaları. Son albümleri de bambaşka bir makale konusuydu (ve sanki şuralarda bir yerlerde yazılmıştı). Bu adamlardan biraz daha iddialı bir kavır beklemek elbetteki çok doğal. Bu adamların çok iddialı bir kavırın altından alınlarının akı ile kalkmaları ise çok daha doğal. Kesinlikle muhteşem.




Sentenced - White Wedding (Billy Idol)
Huzur içinde yat Miika, sayende yıllar boyunca Sentenced'ımız oldu. Geceler boyu dinledik, hüzünlendik, hislendik, hayatla mücadele ederken Sentenced'dan ilham aldık...

Sene 1995. Sentenced tarz değişiklikleri için kendince deneyler yapıyor. Taneli Jarva yavaş yavaş gruptan ayrılacağının sinyallerini veriyor. O günlerde Sentenced bir EP çıkarıyor ve o EP'de Billy Idol kavırı White Wedding bulunuyor. Herşeyden önce bu şarkıya Sayın Jarva'nın kirli sesi ve Mikka'nın lead gitarları inanılmaz yakışıyor. Muhakkak dinleyin.



Novembre - The Promise (Arcadia Cover)
Bu romantik İtalyanlar çok sık kavır yapıyorlar mı bilmiyorum ama yaptıkları zaman çok iyi yapıyorlar bunu biliyorum. Novembre'nin The Promise kavırı hayatımın bir dönemine eşlik etmiş bir şarkı ve hala dinlediğim zaman beni o günlere götürebiliyor. Sanırım bir şarkı için önemli meziyetlerden bir tanesi de böyle bir şey olmalı.



Cradle of Filth - Sleepless (Anathema Cover)
Acaba bu adamlar eski şaşalı günlerini hala yaşıyormu? Bir ara Cradle çok popülerdi, bir ara Cradle'a bok atmak çok popülerdi. Şimdi ne durumda metal müzik kitlesi ile Cradle arasındaki ilişki? Sene 1999, Cradle ciddi bir kadro değişikliği yaşadı (ondan sonraki yıllar boyunca iki albümü aynı kadro ile çıkartamadılar sanırım, neyse). Bu değişikliğin ardından hemen bir EP piyasaya çıktı. İki yeni şarkı, bir kaç remix vardı. Ama asıl büyük hit kesinlikle Anathema kavırı Sleepless'tı. Cradle kavır yapmayı hala çok seven bir grup fakat şimdiye kadar Sleepless ile yaptıkları kadar etkileyici bir iş yapmadılar (ve bildiğim kadarı ile Fear of The Dark'ı hiç bir zaman kavırlamadılar, yanılıyor olabilirsiniz ;)).



Elbetteki aklıma gelmeyen bir sürü güzel kavır vardır. Onlar aklımıza geldikçe onları da yazarız.

NOT: Ufuk'da kendi kavır listesini yapmış, buradan buyrun.