Müziksiz Bir Hayat Hatadır

Hayatımızda müziğin yeri kesinlikle tartışmaya değer bir konu. Müzik aslına bakarsanız bir iletişim aracı. Müzik aslında toplumsal hafıza demek. Eskiden insanlar yaşadıkları trajedileri, aşkları, mutlulukları ya da anlatmaya değer ne varsa onu şarkılar ile sonraki nesillere aktarırmış. Geçtiğimiz bir kaç ay önce Çetin'den duymuştum, günümüzün muhalif filozoflarından birine göre insanların bir araya geldiğinde şarkı söyleyerek, müzik yaparak vakit geçirmemeleri toplumsal iletişimsizliğin ve toplumsal çöküşün çok büyük bir göstergesiymiş. Düşününce kulağa çok doğru geliyor. Çoğu zaman ne hissettiğini bir birine doğru ifade edemeyen bir toplum olarak (tüm dünya toplumları olarak), hüzünlendiğimiz bir şarkıda hep birlikte göz yaşlarına boğulabiliriz. Çok mutsuzum dostum diyemezken o şarkıyı dinlerken verdiğimiz tepki ile kim olduğumuzu belli edebiliriz. Zira kim olduğumuz karakterimiz kadar hislerimiz ile de alakalıdır.

Hayatımda dışarı çıkıp cidden çok eğlendim dediğim anlar hep birileri ile canlı müzik dinlemeye (konserlerde durum daha farklıdır, sevdiğin grubu izlemek eğlenmek değildir, o ibadettir) ya da karaokeye gittiğim zamanlardır. Stüdyoya gitmek ise çoğu zaman kendimi en iyi ifade edebileceğim anlardır, edebildiğim diyemiyorum, hissetmediğin bir şarkıyı söylerken kendini ifade edemezsin (bu konuda son günlerde çok şanslı olduğumu düşünüyorum). Fakat tüm bunlara rağmen kendi dinlediğim müziğinde yavaş yavaş değerini düşürdüğümü biliyorum.

Herşeyden önce kitlesel olarak müzik dinlemenin bir eylem olduğunu unuttuğumuzu görüyorum. Müzik çoğu zaman birşeyler yaparken arkada çalan bir şey haline geldi. Yıllardır taşınabilir müzik çalarlar ile yaşayan birisi olarak uzun otobüs yolculukları benim için müzik dinleyebildiğim en iyi yerdir(camdan dışarı bakarak, notaların arasında kaybolarak), zira evde müzik dinlemek artık çok zor birşey benim içinde. Bunda herşeyin inanılmaz hızlandığı ve hiç bir şeye vakit bulamadığımız metropol hayatının da inanılmaz büyük bir etkisi var. İş için öğrenmem gereken bir sürü yeni disiplin varken, okulda vizeler yaklaşıyorken, kendimi ifade etmek ve zenginleştirmek (yürü be cihangir çocuğu, kim tutar seni) gibi kaygılarla boğuşuyorken bir saat oturup sadece müzik dinlemek için vakit ayırmak çok zor. Bu kendimde gördüğüm bir ayıp, büyük bir eksik. Hayatındaki en büyük estetik değeri müzikte bulmuş birisi olarak yaptığımın dine küfür olduğunun farkındayım ve bunun için yanmam gereken cehennemde yanıp günahlarımı affettireceğime inanıyorum. Zira başka türlü hayatta kalamayacağımı gayet iyi biliyorum.

Elbette müzikle ilgili sıkıntı sadece dinleme biçimlerinin, refleks eylemlere dönüşmesi değil. Müzik kültürü giderek daha da bireysel bir deneyime dönüşmeye başladı. Müzik seti gibi birşey zaten artık satılmıyor ve bildiğim kadarı ile kimse cd almıyor. Şahsen müzik endüstrisini zerre umursamayan ve tüm sanatçılar aç kalsa bile müziğin hayatta kalacağına inanan birisi olarak, mp3'ün, internetin ve gelişen teknolojiler sayesinde insanların kendi evlerinde yaptıkları, kaydettikleri ve yayınladıkları müziklerin başımıza gelen en güzel şeyler olduklarını düşünüyorum. Fakat diğer taraftan bir müzik mağazasına gidip (DNR'dan bahsetmiyoruz elbette), orada çalışan arkadaşın senin müzik zevkine göre karşına çıkardığı albümleri dinlemenin tadının bambaşka olduğunu düşünüyorum.

Mesela daha yeni yetme bir metalci iken Eskişehir'deki DJ Clup'da Hakan Abi ve Oğuz'un yanında saatlerce süren müzik muhabbetlerini asla unutamam. Özellikle Oğuz'un önerileri sayesinde black metal konusunda ufkumu oldukça genişletmiştim. Her cumartesi dershane çıkışı soluğu DJ Clup'da alırdım ve bir albüm almadan orayı terk etmezdim. İlk başlarda albüm kapakları hoşuma giden albümleri alıyordum. Marduk - Panzer Division Marduk ile Immortal - At The Heart Of Winter bu şekilde alıp pişman olmadığım albümlerdi, Motorhead - Snake Bite Love ise bu şekilde albüm almama son veren albümdü. Sonrasında Non-Serviam kritikleri ve Oğuz'un tavsiyeleri ile albüm alır olmuştum.

Sonra Ankara günleri başladığında şans eseri Zıt (yoksa Zıd'mıydı) müziği bulmuştum. Okan ve Tolga abinin cd sattıkları muazzam mağaza. Aynı tayfa daha sonra Zor adında muazzam bir dergi de çıkarmıştı ama ne yazık ki yayın hayatlarına son vermek zorunda kaldılar. Halen açıklarmıdır, yeni yetme metalciler hala onların yanına uğrayıp müzik zevklerini geliştiriyorlarmıdır bilemiyorum ama Tolga abi ile yaptığımız müzik muhabbetlerinin tadı hala damağımdadır (umarım mağazaları hala açıktır).

Aslında bu tarz mağazalarda asıl olan müzik muhabbeti ile birlikte var olan dostluktu çoğu zaman. Hem DJ Clup'da hem de Zıt (valla doğrusu Zıd ise çok üzgünüm) Müzik'te sadece müzikten çok daha fazlası vardı. Oradaki insanlar cebindeki paranın o sırada deli gibi istediğin cd'ye yetmediği zamanlar al sonra verirsin diyebilen insanlardı, onlar paran olunca gel demezlerdi, zira o albüm olmadan oradan çıkarsan hissedeceğin acıyı anlarlardı. Mesela DJ Clup'da Hakan abinin Metallica S & M için param yetişmeyince üstü benden olsun deyişini hala unutamam, ya da Tolga abinin Katatonia'dan Last Fair Deal Gone Down'u almaya param yetişmeyince sonra verirsin deyişini.

O günlerde müzik keşfedilmesi gereken büyük ve el değmemiş bir kıta gibiydi. Hiç bir şeyden haberin yok ve her çalılığın arkasında büyük bir hazine, büyük bir gizem. O mağazalardaki iyi kalpli abiler ise sahip olduğumuz pusulalardı. En büyük hatamız ise müziği öğrendiğimizi düşünmek oldu. Artık yeni çıkan bir black metal albümü beni heyecanlandırmıyorsa bu sözüm ona artık bu müziği aştığım anlamına gelmiyor. Bu artık hayattan zevk aldığım birşeyi kaybettiğim anlamına geliyor. Çünkü yeni bir black metal albümüne heyecanlanmadığım gibi başka bir albüme de heyecanlanmıyorum. Hani yemekten anlayıp hiç bir yemeği beğenmeyen birisi olmaktansa, yemekten anlamasam bile her yemekten zevk alan birisi olmak gibi birşey aslında bahsettiğim şey.

Şimdilerde müzik dinlemek, müziği anlamak ve müziği bir iletişim aracı olarak kullanmak üzerine uzun uzun düşünmek istiyorum. Hayatımızda zaten var olan ve oturmuş bir şey olduğunu düşündüğümüz şeyler, genelde en büyük hataları yaptığımız yerlerdir. Ben müzik konusunda hata yapmak istemiyorum, tekrar müziği eskisi kadar heyecanlı ve özenli dinlemek, gerektiğinde dostlar ile birlikte şarkı söylemek, güzel bir melodi duyduğumda mutlu olmak ve gittiğim müzik mağazasındaki arkadaşın önerilerini ciddiye almak istiyorum.



* Evet biliyorum, Nietzsche'ye böyle bir gönderme yapmak çok klişe.

Taksi

Büyük şehirde doğup büyüyen birisi olmadığım için taksiler hayatıma 18 yaşımdan sonra girdi (büyüdüğüm taşrada en uzak iki noktaya yarım saat içinde yürüyebiliyordunuz, ama dolmuşlarda vardı). Özellikle bar programı yaptığımız zamanlar (Bir insanlık ayıbı - gore ve ötesi) mecbur taksi ile dönüyorduk grup halinde Mecidiyeköy'deki karargahımıza. Bin bir türlü taksiciyle karşılaşıyorduk. Çoğu zaman beş para etmez, rezalet muhabbetlere katlanmak zorunda kalırken bazen de doğru ya da yalan, anlatmaya değer güzel hikayeler dinliyorduk.

Mesela hiç unutmadığım hikayelerden bir tanesini yorgun bir taksici abimiz anlatmıştı. Sanırım taksiye Şahin ve ben binmiştik (üçüncü bir arkadaşda vardı galiba ama kim olduğunu hatırlamıyorum). Taksici abimiz kırklı yaşlarda, saçlarına ve bıyıklarına aklar düşmüş, zayıf ve yorgun bir abimizdi. Yorgunluğunu daha çok ses tonu hissettiriyordu. O ses tonunu ilk duyduğumda daha çok kendisini olgun ve babacan birisi olarak düşünmüştüm ama şimdi yorgunluğun tonu olduğunu düşünüyorum o tonun. Muhabbet nasıl oraya vardı bilemiyorum, sanırım okuldan, hayattan bahsediyorduk. Üniversitede okuyan, cumartesi gecelerini taksimde geçiren tiplerdik. Gelecek kaygılarımız elbette vardı (hala var) ama o sırada takside bunlar pek belli olmuyordu. Belki bu yüzden taksici abimiz bir an hayatlarımıza imrenip söyleme ihtiyacı duydu, o bizim yaşlarımızda beyaz ölüm ile tanışmıştı. Ben naif bir şekilde bir hastalıktan bahsediyor sandım ilk anda. Daha sonrasında anladım eroin bağımlılığından bahsettiğini. Devam etmişti abi anlatmaya hikayesini.Bizim yaşlarımızda iken bir kıza aşık olmuş taksimde. Kız çok yakın arkadaşı olduğunu söylediği bir adam ile eroin satıyormuş ve bizim güzel abimizi eroine alıştırmış. Bu üçü böyle ite kaka, kafaları güzel yaşıyorlarmış. Fakat bir gün kızın çok yakın arkadaşı olan adam bir cinayet işlemiş ve suçu bizim güzel abimize atmış sonra da kızla birlikte ortadan kaybolmuş. Abi ne olduğunu anlamadan hapse düşmüş ve yılları orada geçmiş. Dediğim gibi hayatım boyunca bir sürü taksici muhabbeti dinlemişimdir. Hatta bir çok sözde kabadayıdan hayatta neler gördük biz vaazları da dinlemişimdir, hepsi kibirlerinden kendilerini parçalayacak gibiydiler. Çoğu zamanda zerre saygı uyandıramadılar bende. Çoğu sanki yaşadıkları onca kötü şeyden hiç bir sonuç çıkarmamış gibi görünüyordu (şiddet, sapkınlık, suç) ve sanki bu hikayeyi bana anlatmalarının tek sebebi beni korkutmak istemeleri gibiydi (çoğu zaman işe yaramıştı). Ama bu abide değişik bir şey vardı. Sesi tonu hikayeye samimi bir hüzün katıyordu, ağdalı bir duygu yoğunluğu değil, gerçekçi bir hüzün. Mafya dizilerinden fırlama sokak aksanı ile konuşmuyordu güzel abim, yüksek vurguları, sert küfürleri yoktu. Tane tane, ağır ağır ve İstanbul aksanı ile konuşuyordu. Taksiden inerken abiye umarım bundan sonra herşey gönlünce olur demiştik ve bunu içten söylemiştik, abi de bunu fark etmişti, bize iyi akşamlar derken gülümsüyordu.

Son günlerde ise iki vak'a haricinde taksilerde yaşadığım pek ilginç bir şey olmadığını gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Ya çok taksi kullanmıyorum eskisi kadar ya da sohbet etmekten kaçınıyorum ki sanırım ikisi de doğru sayılır. Son günlerde başıma gelen iki vak'adan ilki yaklaşık dört hafta önce başıma geldi. İş görüşmesi için apar topar evden çıkmıştım. Gayrettepe'de neresi olduğunu bilmediğim dolayısı ile metro ile gitmekle riske atamayacağım bir yere gidiyordum. Çok vaktimde kalmamıştı. Kazancı yokuşunun oralardaki taksi durağından bir taksiye binmeye karar vermiştim. Lakin taksi durağı boştu, yoldan geçen ilk taksiye bindim.

Taksici abi oldukça mistik birisiydi (bundan sonra kendisine mistik taksici diyeceğim). Arabaya binip adresi kabaca tarif edip biliyormusun abi dediğimde bilmiyorum ama buluruz demişti. Genelde bilmiyorum ama buluruz diyen bir taksici, çok güzel bir taksimetrem var denemek istermisin der gibi gelir bana (bu sefer yanılmışım, mistik taksici kesinlikle beni kazıklamaya çalışmadı). Tedirgin bir şekilde peki abi dedim. Benim peki dememle birlikte mistik taksici iş görüşmesine mi diye sordu. Evet dedim ama buna şaşırmam gerekip gerekmediğini bilemedim. Üzerimde takım elbisemin ceketi, altımda düz siyah bir kot vardı. Yanımda taşıdığım notebook çantası ile birlikte ne çok kurumsal ne de çok öğrenci gibi durmuyordum ama yine de imkansız bir tahmin de değildi. Ben daha ne düşünmem gerektiğine karar vermeden mistik taksici devam etti. Dedi ki kendisi yetim ve öksüzmüş tıpkı Peygamber gibi. Ve dedi ki yetim ve öksüz olanların 6. hisleri çok güçlü olurmuş. Mistik taksici yol boyunca bana gittiğim iş görüşmesinin sonucunda o işe gireceğimi söyledi. Arabadan inerken sıkı sıkıya tembihledi, eğer bu işe girersen bahset benden dedi. Ve evet adamın dediği oldu, görüştüğüm işe girdim. Şahsen bu olaydan mistik bir sonuç çıkarmadım, son on yıldır çevremde olup bitenlerden böyle sonuçlar çıkarmıyorum ama adamın benden istediği şeyi yapmaya gayret gösteriyorum. İş konusunun açıldığı her yerde bu olayı anlatıyorum ve sanırım burada da bundan bahsederek üzerime düşen göreve karşı sorumsuz olmadığımı göstermiş bulunuyorum.

Bu geceki son taksici hikayemize muhteşem bir korku hikayesi diyebiliriz. Pazar günleri bizim stüdyo günlerimizdir ve genelde davulcumuz Seyit stüdyo öncesi bize gelir ve bir iki kadeh birşeyler içip öyle gideriz provaya. Geçtiğimiz pazarda herşey bu şekilde gelişmişti. Sanırım sadece içme eylemini normalde yaptığımızdan biraz daha uzun tutmuştuk. Zira taksiye bindiğimizde kafalarımız gayet güzeldi. Fakat yine de ilk başta herşey normaldi. Duraktan bindiğimiz taksici, aşırı bir muhabbet ile keyfimizi kaçırmayacak gibi görünüyordu. Ben önde oturuyordum ve arkama dönük bir vaziyette Seyit'in ofis maceralarını dinliyordum. Fakat birden bire fevri bir manevra ile önümüze kıran kamyonet ile ilgim ikiye bölünmüştü. Kamyonetin fevri hareketi kadar taksici abimizin tepkisi de sinir bozucuydu. Adam gaza basmış kamyoneti taciz etmeye başlamıştı. Ben abiye "hadi abi biz işimize bakalım, sağa salim gideceğimiz yere gidelim" derken Seyit hala ofisten bahsediyordu. Fakat o kadar şansızdık ki kamyonette bizim gideceğimiz istikamette çılgın manevraları ile gitmeye devam ediyordu. İkinci durduğumuzda taksici kapıyı açıp inmeye kalktı. "Abi dur ne yapıyorsun gidelim" dedim ve adamı yerine oturttum, lakin hala kamyonet önümüzdeydi ve Seyit hala ofisten bahsediyordu. Üçüncü duruşumuzda her iki uyarımda da beni dinlemeyi tercih eden taksici abi bu sefer camı açıp küfür etmeyi tercih etti. Ben daha dur abi diyemeden, kamyonetin kapısı açıldı ve bir adet Polat Alemdar klonu koşarak taksiye doğru gelmeye başladı. Tam o sırada bizim taksici kapıyı açıp çıkmaya çalıştı fakat kapı daha tam açılmadan kapıya atılan bir uçan tekme ile kapının arasına kötü bir şekilde sıkıştı ve tekrar arabanın içine girdi (uçan tekmeyi koşarak gelen Polat Alemdar klonu attı). Tüm bunlar olurken Seyit hala ofisten bahsediyordu. Şöför kapısının önüne biriken üç kişi hunharca bizim taksiciyi linç etmeye çalışırken, ben en diplomat ses tonumla "abicim tamam" diyerek hem taksiyi hareket haline sokmaya hemde linç girişimcilerini sakinleştirmeye çalışıyordum. Seyit ise artık olayı idrak etmişti ve beni inceden geri çekmeye çalışıyordu, zira kapı önündeki kalabalık, taksici abiyi dövdükten sonra sizinde tipinizi s.kireriz ulan diyerek bizi de gayet benzetme eğilimi gösterebilecek bir kalabalıktı. Neyse ki bir an sağduyu kazandı ve gitmemize izin verdiler. Biz hem taksicinin hemde kendimizin sopa yemesine gerek olmadan gideceğimiz yere ulaşmanın huzurunu yaşarken taksici abi bana kızmakla meşguldu. Niye tuttunuz beni arkadaşım?

NOT: Diyemedik ağzını burnunu kırmasınlar diye