Ölümü Kandırmak*

2003 yazıydı. Ankara'dan tek yüküm hayal kırıklıkları ile Bozüyük'teki evimize geri dönmüştüm. Hacettepe'den geçen üç yıldan sonra tekrar üniversite sınavına girmiştim ve henüz teşhisini koymadığımız lanet hastalığım yüzünden yeni denemem bir hüsran olmuştu.

Garip bir şekilde içinde bulunduğum kötü durumu kabullenmeye, okula geri dönmeye ve herşeyi yoluna sokmanın bir yolunu bulmaya gayret ediyordum. Biraz kendime gelip tekrar mücadele etmeye hazırlanmam gerekiyordu. Bu süre zarfında babamın yanında çalışmaya başlamıştım. Peder beyin şantiyelerinde şeflik yapıyor, işler hakkında fikir sahibi oluyordum. Aslında rutine alışmış, keyfim kısmen yerindeydi. Sabahları kalkıyor şantiyeye gidiyor. Akşama kadar işleri bir şekilde yoluna koyuyor sonrada eve dönüyordum. Tüm gece oyun oynuyor ya da arada sırada Eskişehir'e arkadaşların yanına kaçıyordum. Normal koşullarda işkence gibi olan bu yaşam biçimi, yüzleşmek zorunda olduğum problemlerden gönül rahatlığı ile kaçabildiğim güvenli bir yerdi. Henüz o yaz ölümle dans edeceğimi bilmediğimi de düşünürsek kendimi güvenli hissetmem oldukça doğaldı.

Evet farkındayım, ölümle dans etmek biraz havalı bir deyim oldu ve dürüst olmak gerekirse bahsedeceğim üç olayın her halde sadece ilkini bir "ölümle dans" olarak kabul edebiliriz (evet, hastasıyım boyumdan büyük cümleler kurmanın). Neyse efendim böyle bir ruh hali ile günlük rutinlerimi yerine getiriyordum. Günlük rutinlerimin arasında yıllardır bir şekilde çözemediğim araba kullanma işi de vardı. Araba kullanmak benim için biraz problemli idi. Peder bey hiç bir zaman bana araba kullanmayı öğretme gibi bir girişimde bulunmadı. Arkadaş çevremdeki tüm çocuklar araba kullanmayı pazar günkü pikniklerde öğrendi. Ben ise 20 yaşından sonra ehliyet alırken öğrenmek zorunda kaldım. Doğrusunu söylemek gerekirse hiç bir şeyde öğrenmedim. Hatta bana direksiyon sınavından sonra sana ehliyet veriyoruz ama öğrenmeden sakın trafiğe çıkma demişlerdi. Gayet gurur kırıcı bir durumdu. 2003 yazı bir çok açıdan araba kullanma konusunda kendimi geliştirdiğim bir yazdı. Baya baya çözmüştüm işi. Fakat problem şu ki kullandığım şey bir araba değil kamyonetti. Hani şu kamyon yavrusu BMC pikaplar olur ya işte onlardan.

Bir gün Bozüyük'ten İnönü'deki şantiyeye gitmeye karar verdim kendi başıma. Evet çok iyi bir fikir değildi. Ama yolun yarısına kadar hiç de öyle gelmemişti. Yolun yarısında teypte şarkı değiştirirken teyp yere düştü. Teybi geri takayım derken seksen kilometre hızla kontrolü kaybettim. Bir sağa bir sola savrulduktan sonra üst geçit duvarlarından birisine bodoslama çarptım ve araçla birlikte takla attım. Duvara tosladığım anda hayatım gözlerimin önünden falan geçmedi ne yazık ki, zaten pek ölecekmiş gibi hissetmedim. Daha çok peder beye nasıl durumu izah edeceğimizi düşündüm. Aracın tepe taklak olduğu anda durumun düşündüğümden daha farklı bir hale geldiğini anladım. Araçtan çıktığımda (gayet kendim çıktım), kaza olmadan önce uzakta gördüğüm kamyonlar yakınımda durmuşlardı. Üstüm başım kan ve motor yağı olmuştu, gayet satanist içerikli endüstriyel bir black metal grubunun üyesi gibiydim.

Hastaneye gittiğimde ise durum yavaş yavaş trajikomik bir hal almaya başlamıştı. İlk önce üstümü çıkarttılar (kan ve motor yağı yoğunluğundan ötürü), sonrada alnıma dikiş atabilmek için garip bir şekilde saçımı topladılar (gelin başı gibi birşey yaptılar sağolsunlar) ve tüm bunlar olurken tüm akrabalarımız hastaneye beni ziyarete geldiler. Lakin ben ölümü kandırdığım (böyle dediğim zaman kendimi John McClane gibi hissediyorum - Die Hard serisindeki dedektif abimiz) hissine bu absürt durumdan sonra jandarma ifademi alırken vardım. Annem odadan çıktığında ifademi alan memur "olum ne yaptın sen" gibi birşeyler söyleyince, birde üstüne "aracı gördüğümüzde yeminle içine bakmaya cesaret edemedik" dediğinde vay anasını dedim. Tüm bunların üstüne birde bizim emektar BMC'nin hurdaya çıktığını duydum. Ciddi ciddi ölümü kandırmıştım.

Ama ölüm henüz peşimi bırakmamıştı. Tam o günlerde de öss sonuçları açıklanmıştı. Elbette istediğimiz sonucu elde edememiştik. İronik bir şekilde hedeflerim çok büyüktü (boyumdan büyük işler yapmaya kalkma konusunda da çok iddialıyımdır). O yüzden aslında olmaması normaldi. Neyse efendim ben ilk kazanın etkilerini üzerimden çoktan atmış, araba kullanmaya bir süreliğine veda etmiş, günlük şantiye işlerine geri dönmüştüm. Lakin ölüm henüz peşimi bırakmamıştı fakat belli ki onun da şevki kırılmıştı. Zira ikinci denemesi ilkinin yanında çok ucuzdu. Şantiyedeydim ve hafriyatı takip ediyordum. Yaklaşık 3 metre derinliğinde kazı yapıyorduk. Ben kazının hemen kenarında duruyordum. Beko (çalışma makinesi, kocaman bir kepçe gibi birşey) kazısını yaptığımız alanın ortasında duruyordu. Birden bire benim üzerinde durduğum kütle bulunduğu yerden koptu ve aşağıya indi. Ben lan ne oluyor deyinceye kadar kendimi yaklaşık 2 metre aşağıda bulmuştum. İşin ilginç tarafı kopan kütlenin büyük bir bölümü aşağı inene kadar param parça olurken benim üzerinde bulunduğum yaklaşık yarım metre kare büyüklüğündeki alan hala tek parça idi. Hani oda parçalansaydı muhtemelen ölmez sadece kumun altında kalır, sonrada ölmeden mezara konmak başlıklı yazılar yazardım. Ama yine de bu olayı da ölümle dans etmek şeklinde yorumlamıştım (akşamları sürekli oyun oynadığım için sanırım etkisinde kalıyordum oynadığım şeylerin).

Bu ikinci vak'adan sonra ailecek konu hakkında biraz tedirgin hissetmeye başlamıştık. Sonuçta üzerimde garip bir şansızlık (kazalardan ötürü) ve aşırı şanslılık (hepsinden kurtulmamdan ötürü) durumu vardı ve herkes Ankara'ya geri dönüşüm konusunda çok hassastı. Bir gün peder bey geldi ve istersen tercih yap İstanbul'a git dedi. Birden bire yazın tüm havası değişti. İstanbul'a taşınma fikri ile geri dönüp yüzleşmek zorunda kalacağım tüm hisleri terk edebilecektim. Bu muhteşem bir şeydi. Artık günlerim bir işkence değildi ama yine de çok sıkıcıydı.

Ölüm ise hala pes etmemişti ama belki de etse daha iyi olurdu. Zira son denemesi ise diğer iki denemenin yanında cidden çok ucuzdu. Yazın son günleriydi ve kuzenimin oğlu sünnet oluyordu. Hep birlikte evlerinin bahçesinde oturuyor ikram edilen pilavı yiyorduk. Ben şantiyede çalışan emekçi arkadaşlarla oturuyordum (yürü bea!!! patronun emekçi oğluna bak!!!). Elbette çok sıkılıyordum ve hemen eve gidip oyun oynamaya devam etmek istiyordum. Tam o sırada insanları güneşten korumak için pazar yerinden araklanmış gibi duran devasa şemsiye kazıklarından bir tanesi tam oturduğum yerin iki santim arkasına gelecek şekilde devrildi. Evet demiştim diğerleri kadar korkunç ve ölümcül gözüken bir olay değildi. Fakat şemsiyeyi yerden kaldırırken toprakta açtığı boşluğu görünce, ya kafama gelseydi demekten kendimi alamadım. Ölmesem bile kesin sürünürdüm. O yüzdnen bu olayıda ölümle dans etmek olarak kabul ettim ve ben ölümü bir kez daha kandırmıştım.

Sonrasında bu şantiye işlerinden ayrıldım ve İstanbul'a taşındım. İrili ufaklı aksiyonlarım olsa da o heyecanlı hayatı geride bıraktım. Şimdi kendimi tüm günü bilgisayar başında geçirerek yavaş yavaş öldürmeyi tercih ediyorum. Bir ara alkol ya da ona benzer kötü alışkanlıklar sayesinde erken yaşta huzur içinde öleceğimi düşünüyordum. Şimdi pek içkim kumarımda kalmadığı için aksiyondan son derece uzağım. Sanırım ölüm de daha az sıkıcı hayatları tehdit etmeyi tercih ediyor.

* Donnie cheated death