Saffah'ın barlar ile imtihanı

Küçük bir kasaba da yaşayan haşeri gençler olarak bira içmek, alkol alıyor olmak, tıpkı sevdalanmak, birilerini dövmek ve dayak yemek gibi bizi biraz daha adam yapan bir şeydi. O yüzden hızla adam olmak istediğimiz için hem elimizden geldiği kadar çok bira içmeye ve elimizden geldiği kadar aşık olmaya çalışıyorduk. Fakat sokaklarda bira içmek ile bir mekanda bira içmek arasında ciddi bir fark vardı. Daha on sekiz olmadan, on sekiz olununca girilebilen yerlere girmek istemek, oralara girebilmek için yol yöntem bulmaya çalışmak sanırım hepimizin başına gelmiştir. Mesela ben bir keresinde kız arkadaşımın doğum gününe giremiyordum neredeyse (o 18'e basmıştı ve benim daha altı ayım vardı). Neyse ki kapıdaki iyi kalpli ve artist güvenlik saat altıya kadar oturmamıza izin vermişti. O gün kararımı vermiştim, 18 olur olmaz o mekana girecek kimliğim ile adama artistlik nasıl yapılır gösterecektim. 18 olduğum gün aynı mekana gittiğimde aynı adam henüz 18 olmadın yarın gel demişti. Evet bu tarz fevri hareketler bana göre değildi.

Ama bar da içmeye dair asıl bildiklerimi öğrendiğim yer Tiamat şarkılarıydı (kısmen the black league'de işin içinde diyebiliriz). Neden bilmiyorum ama o şarkılarda bahsi geçen yaşlı yorgun ve çirkin adam olmaya özeniyordum. Bir sürü şey görmek, yorulmak, yalnızlığını barlarda ve kadehlerde yaşamak çok çekici geliyordu. Ki bir yere kadar bar yalnızlığı diye tabir ettiğim şeyi de tecrübe ettim diyebilirim. Fakat asıl bar maceram kesinlikle buna benzer hikayelerden ibaret değil.

Bilen bilir, ikinci adresimiz olarak gösterdiğimiz bir mekan var taksimde. Namı değer Thales. Oraya ilk gitmeye başladığımızda bizi çeken şey elbetteki ucuz birası ve dillere destan tekila + bira menüsüydü. Öğrenci olduğumuz ve her fırsatta sarhoş olabilmek için elimizden geleni ardımıza koymadığımız için thales'in kapısı bir nevi cennetin kapısı gibiydi bizler için. Üstelik mekanın sahipleri ve çalışanları da gayet sıcaktılar bize karşı. Mesela Oktay (birinci patronun kardeşi ve mekanın barmeni) sayesinde cebimdeki paranın ebatlarından emin olamasam da fevri bir kararla "içkiler benden" havasına az girmemişimdir. Tüm bunlar Thales'i bizim için (ya da en azından benim için) Amerikan dizilerinde gördüğümüz iş çıkışı uğranılan bar havasına sokuyordu. Neredeyse her masada bir tanıdık oturuyordu. İçeri girdiğin zaman bir sürü insanla merhabalaşıyorduk. Mekana tek başımıza girsek bile thales'de tek başımıza içmiyorduk (bunu güzel birşey olarak kabul ediyoruz ;) ). Artık mekanın bir parçası da biz olduk diye düşünüyorduk ki bir gün Oktay barın arkasına geçmek istermisin diye sordu bana. Bu benim için şu demekti, normalde içerken para veriyorken, şimdi içip üste para alacaktım. Hemen nereye imza atmam gerektiğini sordum ve asıl Thales macerası başlamış oldu.

Barmen olmak cidden çok güzeldi. Sanırım yaklaşık dokuz ay kadar çalıştım orada. Ciddi bir para kazanmıyordum, zaten amaç o da değildi. Ama aslına bakarsanız normalde içki içerek tüm paramı harcadığım gecelerde barda çalışınca hem para harcamıyor hem de üste para kazanıyor hale gelmiştim. Ciddi bir para kazanmıyordum ama süper tasarruf sağlıyordum.

Yeni içkiler denemek, bara oturan yabancılar ile sohbet etmek, bulaşıkları yıkarken bardak kırmak, kırdığım bardağı Cengiz abiye (ikinci patron) çaktırmadan çöpe atmak, eşe dosta içki ısmarlamak çok ama çok güzeldi. Sonra hem içip (içebildiğin kadar) hem de iş yapar halde olmaya çalışmak vardı. Bu en büyük mücadeleydi. Genelde gecenin sonuna kadar bir şekilde ayakta ve iş yapar halde kalıyordum. Ama bir kaç gece vardır ki zil zurna sarhoş olduğumu patronlardan saklamak için hastalanmış ya da yorgunluktan ölüyormuş gibi davranmak zorunda kalmıştım. İçkiye açtım arkadaş, elimden başka bir şey gelmiyordu. Sonra bazı geceler oldu, tüm mesai boyunca bir kadeh dahi içmek aklıma gelmez oldu, doymak da böyle birşeymiş demek ki.

Evet barda çalışmak insana bu tarz avantajlar sağlayabiliyor. Mesela ben Thales'de çalışmaya başlamadan önce bira değil de votka adamı olduğumu bilmiyordum. Malum minimum paraya maksimum alkol ise derdin ve mekanda olabildiğince vakit geçirmek istiyorsan elin mahkum bira içeceksin. Aslında barın arkasına henüz geçmeden fındık votkanın hastası olmuştum ama bir Cardinal Melon henüz dünyama girmemişti. The Big Lebowski hayranlığımdan beyaz rus yapmayı öğrenmem gerekiyordu. Bunlar eğer bir barda çalışmasaydım hayatımda olmayacaktı. Zira Thales olmasaydı karamel votkayı da icat edemezdim (evet karamel votkayı ben icat ettim inanmayan Cengiz abiye sorabilir : ) ).

Elbetteki barda çalışmanın da kendine has zorlukları vardı. Mesela Thales değil de başka bir yerde çalışıyor olsaydım eminim hiç bu kadar eğlenemezdim. Hatta biliyorum ki ilk haftadan işi bırakırdım. Ki buna rağmen insanların eğlendiği saatlerde çalışıyor olmak çok zor birşey. Hatta üniversiteden mezun olunca henüz bir işe girmeden Thales'de çalışmayı bırakmamın en önemli sebebi Cumartesi gecelerimi geri istememdir. Dışarıdan bakınca bir barmenin ya da barda çalışan bir dj'in dünyanın en çok eğlenen insanları olduğu düşünülebilir. Zira işin aslı kesinlikle bu değil. Mesela insanlarla uğraşmayı sevmediğinizimi düşünüyorsunuz? Bir de sarhoş insanlarla hatta yaş aralığı 18 - 25 olan üniversiteli zevzek sarhoşlarla uğraşmayı düşünün. Hani sempatik ve sıcak bir mekanın çalışanı olarak gönlünüzce kimseyi kapı dışarı da edemiyorsunuz. Bir çok üniversitelinin hayalidir, günün birinde bar açıp sonsuza dek mutlu yaşamak isterler. Ben gördüm, o hayal tamamen yalan.

Bir barda çalışmış olmak, bar ve müşteri arasındaki ilişkide ki en sorunlu yer konusunda da daha iyi bir fikir edinmemi sağladı. Hepimiz biliriz sanırım, bir mekana girersin, inanılmaz artist görünüşlü bir garson (hem cinsin ya da karşı cin olabilir), inanılmaz artist bir şekilde senden sipariş alır ve siparişi kafana atarcasına getirir. Ayrıca tüm bu olan biten "ben senin gibi beş yüz tane adamı cebimden çıkarırım" havası ile yapılır. Sanki adam o biraları bize getirirken bize yapmayı hiç istemediği bir kıyak yapmıştır. Öyle bir eda ile masaya konmuştur ki biralar umarım sadece içine tükürmüştür diye düşünürsün. Bu anlamsız üstten bakışın içinde ne olduğu yıllarca merak etmişimdir. Çünkü eskiden bu havalı garson abla ve abilerin sadece şekilden ibaret olmadıklarını düşünürdüm (artık biliyorum sadece şekilden ibaretler). Anlıyorum ki bir barda çalışıyorsan fiyakalı olmak kadar, yeni yetme ergen arkadaşları da etkin altında bırakmak gerekiyor. Ama bu havalı abi ve ablaların atladığı nokta herkes onlarla flört etmek için orada değil. Bir iki bira içip gideceğiz lütfen hareketlerin ile huzurumuzu kaçırma demek mi gerekiyor acaba? Hmm belki de bunu pek önemsemek gerekiyor, ya da kendini iyi hissettiğin yerde içmeye devam etmek gerekiyor :).

Şurası bir gerçek ki bizim kültürümüzde işten çıktıktan sonra bir bara gidip, eş dost ile sohbet etmek gibi bir şey yok (daha çok meyhaneler var ki o ayrı bir makale konusudur). Hatta bar ve pub kültürünün Taksim'de bile yavaş yavaş oturmaya başladığı söylenebilir. Kendi adıma (biraz da şans eseri olsa gerek) bir şekilde bu kültürü hayatıma sokmayı başardım diyebilirim. Şey tam olarak Tiamat şarkılarındaki gibi olmadı belki (zaten viski'de çok sevmem) ama günün birinde bundan da iyi bir şarkı çıkabilir belki.

Thales



NOT: Geçtiğimiz günlerde Thales yeni mekanı Thales ROOM'u açtı.

Hiç yorum yok: