Geri geleceğim


Eskiden… eskiden iyi olan birşey mi vardı?. Hani o özlemle andığım, keşke şimdi o zamanki gibi olsam, olabilsem dediğim geçmişim. Ulan o geçmiş bu kadar iyiydiyse ben nasıl bu hale geldim, o geçmişin sonucuyum lan işte. Ne o zamanda iyi birşey vardı, ne de bu zaman o kadar kötü. Yok zaman değil kötü olan, bende yanlış birşey var. Hep bendeydi yanlış olan şey…

Sadece müzik

Tüm yargılardan kaçabilir, bilinçli ya da bilinçsiz büyük gerçeği görmezden gelebilir ya da göremeyecek kadar kör olabiliriz. Kendi kendimize söylediğimiz yalanlara inanmaya başlayabilir, herşeyden önce kendimize karşı bir yabancı olarak yaşamaya devam edebiliriz.

İp üstünde yürüyoruz, kusursuz bir fırtınanın ortasında kumdan kaleler yapıp buna evimiz demek istiyoruz. Problem yok. Artık tüm dünya bunun olabilmesi için uğraşıyor. Çevremizdeki herşey bu büyük yalnızlık hareketimize hizmet etmek, bunu teşvik etmek  ve bunu mümkün kılabilmek için var.

Müzik hariç. Müzik dinlerken, o sevdiğimiz şarkının, o sevdiğimiz melodisi çalarken, varlığını dahi unuttuğumuz maskelerimizin arkasında gerçek yüzümüzün varlığını hissederiz. Müzik dinlerken görmezden gelmek için gözlerimizden dahi vazgeçtiğimiz hislerimizin kölesi oluruz. Bize dayatılan yalanların değil, hislerimizin kölesi olarak yaşayabilirsek işte o zaman kurtulmak ve affedilmek için bir şansımız olabilir.


Legend - Runaway Train


"Bir şarkı dinlerken tüylerimin diken diken olması kadar güzel çok az şey var hayatta" 

Bu sayfaları ziyaret eden arkadaşlar ne pis bir metalci olduğumu zaten biliyordur, fakat gene bu arkadaşlar diğer müzik türlerine de boş olmadığımın farkındadır (biliyorsunuz değil mi?). Hatta genel olarak müzik zevkimi "ver bana minörü, o alır götürür derdi kederi" şeklinde ifade edebileceğimi bile bilirler (arkadaşlar?).

Dönem dönem fetişleştirdiğim şarkılarım olduğundan sanıyorum bahsetmiştim bundan yaklaşık 27 ay önce. Şimdi sizler ile yeni "günde on kez dinlemezsem huzur bulamıyorum" şarkımı paylaşacağım (heyecan! heyecan? aşkolsun :P).

İşe karşınızda Legend ve işte muhteşem şarkıları Runaway Train!!!


Legend izlandalı bir pop-rock grubu (sanırım). Kendileri ile bir Solstafir kavırı ile tanıştım (gene aynı şarkıyı kavırlamışlar, linki buralarda) ve hem kavırına hemde şarkının orjinal haline aşık oldum. 

Ağır ağır başlayan, sizi soğuk kanlılık ile kendi dünyasına çeken, vokallerin başlamasıyla duygusal yükünü soğuk kanlılığını kaybetmeden üzerinize döken bir şarkı Runaway Train. Kendini tekrar eden yapısına rağmen, her tekrarda ya vokallerde ya da diğer enstrümanlarda vuku bulan küçük değişiklikler ile şarkı duygusal dinamiklerinin tek düze olmasının önüne geçmekle kalmıyor, sizin baya baya başka bir atmosferde nefes almanızı sağlıyor. 

Vokallerin başladığı andan itibaren şarkıda bir çok bam teli buldum. Ciddi ciddi yolda yürürken durmamı sağlayacak kadar etkilendiğim, duygulandığım yerleri var şarkının. Mesela 5:35'de başlayan vokal melodisi her dinlediğimde tüylerimi diken diken ediyor. Aynı pasajın sonundaki vokalist abimizin "its time for me to say goodbye" dediği yer, benim için şarkının tepe noktas ve tüylerim için bir dakika saygı duruşu çağrısıdır. 

Müzik, albüm, şarkı... Bunlar sadece dinlenilen şeyler değildir, bu sanat en ilkel içgüdülerimizi dahi tetikleyen bir uyarıcıdır ve bu yüzden müzik sadece dinleyerek deneyimlenemez, hissetmemiz de gerekiyor. Kastım müziği hissetmek gibi ne anlama geldiği belli olmayan saçma salak bir mesaj vermek değil, müziğin sende canlandırdığı duyguları büyüteç altına almaktan bahsediyorum. Hiç aşık olmadan yürek yarasını hissetmek, hiç cinnet geçirmeden öfkeye yeni anlamlar yüklemek, ya da hiç bir zaman başka bir diyarda yaşamayı hayal etmezken birden bire herşeyi terk etmeyi istemek ve bu hissi tekrar tekrar yakalayabilmek için aynı şarkı günde on kez dinlemek.

Legend'ı bu muhteşem şarkısı için tebrik ediyor, allah onları başımızdan eksik etmesin diyor ve bir sonraki yazımda görüşmek üzere diyip müsadenizi istiyorum. 

Shadow Warrior

Ben hep bir "gamer" idim. İlk gördüğüm atari oyunundan, dün gece oynadığım dota 2 maçına kadar. Ana platformum pc'dir. Her türlü oyunu oynadım simülasyonlar hariç. Eskiden olsa real time strateji oyunları en çok sevdiğim tür derdim. Şimdi oyun sektörünün AAA dediği oyunları takip ediyorum. Geçtiğimiz 5 yıl içinde en çok aklımda kalan oyunlar derseniz de herhalde mass effect ile başlar, fallout 3, bioshock, starcraft 2 vs diye saymaya devam ederim. 

Çok süpriz bir liste sayılmaz dimi? Özellikle bir gün mass effect ve fallout hakkında birşeyler yazmak istiyorum fakat hakkında söylenebilecek çok farklı birşeyi kalmayan oyunlar bunlar. Güzeller, çok güzeller, bazı eksik yanları var ama süper vakit geçirmeme sebep oldular. Allah o oyunları yapanlardan razı olsun. 

Blog'a geri dönerken ki en büyük motivasyonum ne ile besleniyorsam onu yazmak idi. Bu doğrultuda mortal kombat haricinde hiç değinmediğim bu dünyaya biraz daha yer vermek gerekiyordu. Bakınız nasılda gereğini yapıyorum.

Fakat diğer taraftan hakkında iki çift laf edeceğim oyunu seçmekte çok zorlanıyordum. Bir starcraft 2, bioshock infinite hakkında yazmak zor iş be başkan. Herşeyden önce oyun hit değil hitin allahı. Herkes yazmış çizmiş. Süpriz yok içinde (beklentileri karşılama anlamında). Zaten günün birinde mass effect hakkında yazarsam nelerini çok sevdiğimi değil, içinde neler olsaydı daha mutlu olurdummu yazmak isterim. 

O sebepten bugün sizler ile paylaşmak istediğim oyunu biraz daha vitrinin arkasından seçmek istedim. 



Shadow Warrior, 1997 yılında Duke Nukem 3D motoru ile yapılan orjinal first person shooter’ın modern grafikler ile yeniden yapılmış hali. Ve açıkcası bu yıl (2013) oynadığım en keyifli oyunlardan biri. 

Herşeyden önce artık fps oyunlarının Call of Duty serisi yüzünden, oynanış karakteristiğini yitirdiği bir dönemdeyiz. Ya FRP vari bir oyun oynuyoruz ya da anlamsızca bir siperin ardından hareket eden şeyleri avlıyoruz ve genelde o esnada oyunu yapan ekip neyi yaşamamızı istiyorsa onu deneyimliyoruz. Eyvallah, bu işi Modern Warfare serisi kalitesinde yaptığınız zaman canımıza minnet. Hala ilk MW oyunundaki atom bombası sahnesini aşkla, sevgi ile anarım. Fakat önceden kurgulanan bir iki sinematik sahne için ne olduğunu anlamadığımız aksiyona boğulma çok da çekici gelmiyor artık bana (CoD Ghost ne çirkin oyundun sen). 

Shadow Warrior’un da kendince sinematik sahneleri var, onun da sizi yönlendirdiği çizgisel bir senaryosu ve oynanışı var, fakat bunu klasik (eski usül) FPS mantığında yapıyor ve sizi o eski FPS aksiyonuna elinizde kullanması acayip zevkli bir katana ile dahil ediyor. Kesiyorsunuz milleti adeta kavun keser gibi çok afedersiniz ve bu o kadar güzel hissettiriyor ki :) 

Diğer taraftan haritalar bir sürü süpriz ile dolu, bir tünelden geçerken birden bire 1997 grafikleri ile karşılaşıyorsunuz ki yaşattığı nostalji hissi cidden çok hoş. Diğer taraftan süper boss dövüşlerimiz var. Aksiyona doyuyoruz adeta. Fakat tüm bu çılgın aksiyon içinde, hiç ama hiç beklemediğimiz türde bir hikaye anlatımı var. Hem de öyle böyle değil. 

Herşeyden önce oyunda canlandırdığımız tip olan Wang, komik ve badass bir tip. Dolayısı ile onun ile ilişkili olan herşey çok komik ve cool. Fakat immortalların tarafında, yavaş yavaş kendini belli eden, farklı karakterlerin bakış açısından dinlediğimiz dokunaklı bir trajedi/destan var. Çok ciddiyim hikayenin immortal tarafında bağlandığı nokta, Hoji’ye dair açığa çıkan gizem o kadar güzel ve dokunaklı ki. Ağlıyordum lan sonunda (yok lan ağlamadım... ehi). Diğer taraftan Wang ile Hoji arasındaki ilişki de çok hoş işlenmiş. Hoji Wang’a ben seni kullandım olum bak git işine dediğinde, kullandın ya da kullanmadın, beraber buraya kadar geldik, seni bırakıp gitmiyorum deyişi hakikaten taktire şayan, ezber bozan bir andı.


Doğruya doğru, ben bir çok oyunu hikayesi için oynarım ve inanılmaz kötü bir oynanışı olmadığı sürece, o esnada aldığım keyiften ziyade tüm oyunun hikayesi ile birlikte bana yaşattığı deneyime odaklanırım. O sebepten aptal bir shooter oynamak, kafa dağıtmak için başına oturduğum Shadow Warrior efsane senaryosu ve cesur hikaye anlatım biçimi ile gönlümde taht kurdu. 


Bu oyunu yapanlar başımızdan eksik olmasın. 

2013'de Neler Dinledim? - İstatiksel Yaklaşım

Madem geri döndük, madem yıl sonundayız, hemen 2013 yılında dinlediğim müzikler hakkında bir durum raporu yazayım.

Durum raporumda herşeyden önce istatistiksel verileri baz aldığımı, dinlediğim herşeyin (hangi platformdan dinliyor olursam olayım) Last.fm ile kaydını tuttuğumu, bu bilgileri sizinle kaynak kullanarak paylaştığımı bilmenizi isterim (datalarım hep accurate idir).

2013'de en çok dinlediğim 10 grup

  • Rome - 931 kez
  • Ulver - 559 kez
  • Amorphis - 328 kez
  • Katatonia - 323 kez
  • Tiamat - 221 kez
  • Rotting Christ - 203 kez
  • Moonspell - 166
  • Rise Against - 161
  • Nachtmystium - 159
  • Paradise Lost - 155
Rome yanılmıyorsam hayatıma 3 yıl önce, last.fm sayesinde girdi ve o zamandan beri orada. Doğruya doğru son üç yıldır en çok dinlediğim gruptur ve bu listede ulver ile birlikte en başta olmasına hiç şaşırmadığım topluluktur. Amorphis'in yeri ise adeta şok etti beni (baya soğuk su getirdi arkadaşlar, sakinleştirdiler falan), son üç albümü içinde en dinlenebilir bulduğum albümleri bu yıl çıkan (bu yıl çıktı dimi lan!) Circle oldu ve birkaç şarkısını cidden çok sevdim (the wanderer, hopeless days) fakat albüm genelini katatonia'yı listede 4.lüğe düşürecek kadar dinlediğime inanamıyorum. Muhtemelen eski albümlerini falan dinlemişimdir (ne olur ne olmaz diye last.fm'e dava açmaya hazırlanıyorum). Bu arada Katatonia'yı sadece 323 kez dinlemiş olmama da inanamıyorum. Gecenin bir yarısı, sarhoş halde pürtelaştan eve dönerken az dinlemedim The Racing Heart'ı, Lethean'ı ve Ambitions'ı (ve bağıra bağıra eşlik ettim evet). Kendilerini 2. ya da 3. olarak görürüm diye düşünmüştüm. Onca acılar hep boşuna çekilmiş... :P 

Tiamat, Moonspell ve Rotting Christ'te yeni albümleri ile, özelliklede eski günlerin anılarına bu listede haklı yerlerdeler. Nachtmystium ve Paradise Lost'ta süpriz değil. Fakat Rise Against harbiden büyük bir süpriz! Adamların sadece The Sufferer & the Witness albümünden Worth Dying For ve Injection şarkılarını çok sevmeme rağmen (harbiden süper parçalar, şimdi çalsa tüylerim diken diken olur), bir şekilde The Suffer & the Witness'i de baya dinlemişim (sanki biraz haybeye dinlemişim, olsun). 

2013'de en çok dinlediğim 10 şarkı

  • Atonement - Rebirth - 85
    • Bunun hakkında yorum yapmayacağım, biraz merak uyandıralım :)
  • Rome - You Threw It At Me Like Stones - 66
  • Amorphis - The Wanderer - 61
  • Ulver - February MMX - 52
    • spotify'da yok bu şarkı :P
  • Rome - Automation - 51
  • Rome - The Accidents of Gesture - 49
  • Amorphis - Hopeless Days - 46
  • Katatonia - Lethean - 39
  • Rome - A Legacy of Unrest - 38
  • Katatonia - Ambitions - 38



Bu şarkılar hakkında yorum yapmaktansa doğrudan şarkıları paylaşmak daha güzel kolay geldi şu an için. Bu şarkıların her biri için ayrıca bir iki cümle birşey yazarım belki önümüzdeki günlerde. Belki de yazmam :P Bu arada spotify'de February MMX olmadığı için ve playlistimin adı 10 şarkı olduğu için 11. şarkıyı da ekledim listeye. Diğer taraftan atonement'te yok listede, lakin çok yakında tüm listere en tepeden girecek kendileri (ehi). En çok dinlediğim 10 şarkı içinde 2013'de yayınlanan şarkıların hepsinin Amorphis'e ait olması 2013'de pek yeni birşey dinlemediğimin bir kanıtı olsa gerek.

2014'de böyle geçmez inşallah diyor, bir sonraki yazımda görüşünceye kadar esen kalın diyorum. 

Hep Yuvaya Dönmek

Benim yazı yazmaya ara verip sonra tekrar kaldığım yerden başlamam, hayatımda rutine dönüştürdüğüm şeylerden bir tanesi. Kimse ile paylaşmadığım kişisel notlarımda bile aynı şeyi yapıyorum. Sanırım bazen, bazı hazlar yazı yazmanın gerekliliği unutmamı sağlıyor. 

Fakat geriye dönüp, tekrardan yazacağım dediğim zaman, son yayınladığım yazı ile bu yazı arasındakı büyük farkı görünce cidden içim acıdı. Bir dönem eli kalem tutup iki tane güzel sayılabilecek cümle kuran her adam gibi bende yazar olmak isterdim (hobı olarak :P). Bu anlamda yazı yazdığım yerler de oldu, bknz;

  • Bira Darkzine - albüm kritikleri, biografiler, edebi saçmalar, duygusal zırvalar*
  • iturocks.org - albüm kritikleri (çokça), az da olsa bir takım duygusal zırvalar
  • Swansong for Iconium - kişisel blogum, tamamen edebi saçmalar ve duygusal zırvalardan ibaret bir site
  • ve Arafta Yer Yok - standart kötümserliğime kapılmadan, hatta komik bile olabileceğim, başıma gelenleri yorumlayacağım, daha okunabilir kişisel blog'um.

Bira Darkzine ve iturocks.org kapandı gitti. Swansong for Iconium'a uzunca bir süre devam ettim. Serde karanlık bir adamız, mutsuz ve depresifiz, elbette en uzun ömürlü olan o olacak. Fakat sonra onu da kapattım. Daha doğrusu ismini ve tasarımını değiştirip, eski yazıları saklayıp yeni bir başlangıç yapmayı denedim fakat bok oldu genel olarak. Belki tekrar açarım ya da eski yazılarımı tekrar yayınlarım bilmiyorum, orası problemli bir yer benim için. Ayrıca o kadar kötümser şeyler yazsam bile kimse ile paylaşmak istemiyorum, en azından o şekilde.

Fakat burası, burası bambaşka biryer ve galiba ben buraya geri dönmek istiyorum. Hayatımda beni besleyen herşey hakkında birşeyler yazmak isterken buluyorum kendimi, geçen gün izlediğim Hannibal sezon finali, iki yıl önce başından kalkmadan oynadığım Mass Effect serisi, geçen gün keşfettiğim post rock grubu The Ascent of Everest hakkında manyaklar gibi birşeyler söylemek istediğim şeyler. 

Dolayısı ile yuvaya geri dönmeyi istiyorum. Eğlenceli, enteresan, komik ve kayde değer bulduğum şeyleri paylaşmak istiyorum ve yuvaya geri dönmek için ilk adımımı bu şekilde atıyorum. 

NOT: Böyle şeylerin hep yeni yıl arifesinde olması beni bir klişenin parçasımı yapar? Asıl sensin bir klişenin parçası olan! Hıh!!!

Atonement - Depth

İlk stüdyoya girdiğim günü çok iyi hatırlıyorum. Bundan 13 yıl önceydi. O gün bundan sonra sürekli olarak yapmak istediğim şeyin bu olduğuna karar vermiştim. Asıl istediğim şey buydu artık benim.

13 yıl geçti. Hala stüdyoya giriyorum ve hala tam olarak yapmak istediğim hiç bir şeyi yapabilmiş değilim. Bir yandan eskisine nazaran bazı şeylerin peşinden daha iyi koşarken (düzenli stüdyoya girme, konu ile ilgili ciddi kararlar alma, yatırımlar yapma), bazı şeylerde ise eskisine nazaran daha kötü bir durumdayım (düzenli çalışma, daha fazla üretmek için yanıp tutuşma vs.).

Ama bir şekilde 13 yıldan beri hala bir şekilde bu iş ile uğraşmaya devam ediyorum. Kimileri için bir utançtır bu. 13 yılda ne yaptın? Ben ise 13 yıldır vaz geçmemiş olmak ile gurur duyuyorum. Evet beklentilerimiz azaldıkça azaldı geçtiğimiz yıllarda. 

Aslında bu kendimize karşı işlediğimiz bir suçtu. Hayalini kurduğumuz hayatın zor yolundan sapıp bize güvenli bir alan yaratan, daha önceden seçilmiş, belirlenmiş hayatın yolunu seçtik. Bu bizim şimdiye kadar işlediğimiz en büyük günahtı. Bu günahın ise sadece bir kefareti vardı.

Atonement böyle bir bıkkınlık, böyle bir umutsuzluk sonucunda bir rakı masasında doğdu.

Atonement, Özgür'ün yıllarca biriktirdiği, üzerinde titrediği besteleri ve son bir kaç yıl içinde edindiği kayıt yapma tecrübelerinin bir sonucu olarak doğdu. 

Depth Atonoment'in ilk şarkısı oldu. 

Depth 13 yıl sonra biz bunu yaptık diyebileceğimiz yegane şey oldu. 



Depth'in bestesi tamami ile Özgür'e ait. Tüm çalgıları da evde kendisi kaydetti. Şarkı sözlerini Emre yazdı. Vokalleri ben yaptım. Şarkının tüm miksajı ile de Özgür ilgilendi.

http://aforatonement.bandcamp.com/
https://www.facebook.com/aforatonement
http://soundcloud.com/saffah/atonement-depth
http://www.youtube.com/watch?v=oyH9CUG6jpw