Partiboy Gürültücü Komşulara Karşı

Herşey bir kaç hafta önce, bir pazar sabahı duyduğum dans müziği ile uykumdan uyanmam ile başladı. Genelde cumartesi geceleri içebildiğim kadar içmeye gayret gösteren birisi olduğum için pazar sabahları (özellikle de saat 9 sularında) uykum konusunda hassas davranabiliyorum. O sebeple bir zombi gibi yataktan çıkıp müziğin kaynağını aramaya başladım. Kulaklarım doğru cevabın üst kattan geldiğini söylüyordu. Bir gözüm açık bir gözüm kapalı halde (saçım başımdan haberim dahi yok) yukarı çıktım ve zili çaldım. Zili çalmam ile müziğin sesi kesildi, bir iki saniyelik bir beklemenin ardından kapı açıldı. Üst katımıza yeni taşınan bayan şaşkın ve meraklı bakışları ile bana bakıyordu. İlk önce merhaba dedim, ben sizin alt kat komşunuzum ve ismim Emrah (bu arada elimi uzattım ve hızlıca bir tanışma yaptık) diyerek konuya giriş yaptım. Ardından sizce de müziğin sesi bir pazar sabahı için fazla açık değil mi diye sordum. İyi niyetli komşum gözümdeki uykusuzluktan ve çapaklardan derdimi anladı ve huzur içinde uyumama izin verdi.

Aynı gün akşama doğru yeni komşumuz kapımızı çaldı. Uykumu almış olduğum için gayet güzel ve anlaşılır bir tanışma yapabildik bu sefer. Sonra aradan bir süre daha geçti ve geçtiğimiz perşembe günü kendisi bizi geçtiğimiz cuma evinde verdiği partiye davet etti.

Hayatımda birilerinin evine içmeye, yemek yemeye, sosyalleşmeye ya da her hangi bir şey yapmaya binlerce kez gitmiş olmama karşın halen öğrenci geleneğinde yaşayan bir insan olduğum için ve tek bildiğim parti komünist parti (ehi) olduğundan kendi evimde olsun başkasının evinde olsun, şimdiye kadar hiç bir etkinliğe parti adı vermemiştik. Yabancıydım bu kavrama. Onun dışında komşumuz olan hanfendi bizden büyük bir bayandı, yani kendi yaş grubuma yakın olmayan insanlar ile kaynaşmak zorunda kalacaktık ve üst kat komşum da dahil olmak üzere hiç kimseyi tanımıyor olacaktık. Asosyal olmasam da yeni insanlar ile tanışma konusunda dünyanın en hevesli insanı olmadığımda ortadaydı. Lakin diğer taraftan komşu komşunun külüne muhtaçtı gitmezsek ayıp olurdu.

Aldık bir şişe votkamızı (eli boş gitmek olmazdı) ve çıktık bir üst kata. Ve başından sonuna kadar irili ufaklı dumurlardan ibaret olan gecem böylelikle başladı. İlk dumur evin güzelliği karşısındaydı. Kendi evimi çoğu zaman sıradan bir öğrenci evine nazaran daha derli toplu ve hatta öğrenci evi klasmanının dışında görürdüm. Meğersem hala öğrenci evinde yaşıyormuşuz. İkinci dumur ise partinin yaş ortalamasını yaklaşık olarak beş yaş aşağı çekmemizdi (bunu bekliyordum ama bu kadarını beklemiyordum). Arada sırada bizler orta yaş krizini 25 yaşında yaşayan bir nesiliz derdim, artık o konuyu tamamen kapattım, gayet genciz dünya onu değiştirmemiz için bizi bekliyor.

Ama o parti gecesini alnımın akı ile bitirmem gerekiyordu dünyayı değiştirmeden önce. Elbetteki sıkıldığım anda basıp gidebilir, o insanların hiçbirini hayatımın sonuna kadar görmeyip bu konuyu aklıma bile getirmeyebilirdim. Fakat hiç tanımadığım, hepsi benden yaşça büyük ve yarısı yabancı uyruklu kişiler ile dolu bir partide sosyalleşmeyi başarıp başaramayacağımı ciddi anlamda çok merak ediyordum. İlk başlarda zorlandığımı da itiraf etmeliyim. Tanıdığım bir çok insana nazaran birileri ile konuşurken taktikler ile hareket eden birisi olmak yerine ne hissediyorsam onu yapan birisi olduğum için ve o sırada kendimi çok rahat hissetmediğim için başlangıçta bırakın ne konuşacağımı nerede dikilmem gerektiğini bile bilemedim (hayatında ilk kez rock bara giden taşralı bir ergen gibiydim). Bu sırada sürekli insanların demek o sabah kapıyı çalan sendin, biz 45 yaşında bir devlet memuru bekliyorduk türünde esprilerine maruz kalıyordum ve tüm bayanlar yaşlarını tahmin etmem için üstüme geliyordu. Alkan yabancı misafirler ile sohbetini koyulaştırırken bende hemen yanımda duran uzun saçlı adamla sohbet etmeye başlamıştım. Fakat o sırada bilmediğim şey uzun saçlı bayın bir davetli olmadığı, aslında onun bir çeşit garson olduğuydu. Ki bu da o geceye dair yaşadığım en enteresan durumlardan bir tanesidir.

Artık benim gitme vaktim yavaş yavaş geliyor derken Alkan ve onun o sırada muhabbet etiği alman arkadaş Daniella ile muhabbet etmeye başladım. Bir süre sonra Alkan'ın partiden ayrılması gerekiyordu ve bende onunla birlikte partiden ayrılmadıysam sebebi Daniella'dır. Sağolsun öğrendiği Türkçe deyimler ile gecemizin süper geçmesini sağladı (az kaşardan tost, çok kaşardan dost olmaz deyimini sayesinde öğrendim). Bir iki tane de biz öğretelim dedik, tam ne kadar sallarsan salla diyordum ki bunu İngilizce olarak açıklayamayacağımı fark ettim ve sustum, dediğim şeyi fark edip gülen tek kişi emekçi arkadaşımızdı. Daha sonra onun yerine zıvanadan çıkmak terimini öğrettim. Anlamını sorduğunda şöyle bir Alkan'a baktım (kendisi eski bir Destruction hayranıdır) ve All hell breaks loose dedim. Sonrasında da gece espriler şakalar ile devam etti. Gerçekten. Bir birimize fıkralar falan anlattık. Ve böylelikle bu enteresan gecenin sonuna geldik.

Gece eve dönerken (bir kat aşağı, ehi) bu zor görevi de türlü türlü espriler ve şakalar ile atlatmış olduğum için kendimi şanslı hissediyordum. Birde evin içinde her hangi bir şekilde dans havasına girilmemiş olduğu için de şanslıydım. Kısmen hayatımda tercih ettiğim asosyal tavırlarımın başka çarem olmadığından olmadığını gördüğüm içinde şanslıydım. İstesem her partiye giderim ulan diyerek yatağa girdim ve uyudum. Sabah üst kata gelen temizlikçi kadının gürültüsüne uyandım ama bu sefer bir şey yapamadım (dans müziği çalsaydı yapardım).

İTÜ Rock Sizleri Önemsiyor*

İTÜ'den bu kadar bahsettikten sonra sanırım birazda İTÜ rock kulübünden bahsetmek gerekiyor. Zira çoğu zaman İTÜ den ziyade İTÜ rock kulübünden mezun gibi hissediyorum kendimi. Şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim, İTÜ'de hayatı benim için çekilir kılan tek şey bu topluluktu, bu topluluk olarak yapmaya çalıştığımız şeylerdi. Ama orada da hiç bir şey günlük gülistanlık geçmiyordu. Bilakis rock kulübü de bir çeşit işkenceydi.

İşkenceydi, çünkü herşey çok zordu. Özellikle ilk yıllarda. Bir yandan özerkliğini korumaya çalışmak, bir yandan organizasyon yapmaya çalışmak, kulüp içindeki ve dışındaki gerginlikler ile uğraşmak çok zordu. Özerkliğimizi korumak istiyorduk, zira tüm insanların gözlerini diktiği, bizim olsun dediği bir stüdyomuz vardı. Stüdyoyu ise kendimize saklarken okulun malını sahiplenmiyorduk, bizden önce gelenlerin kendi elleri ile kurduğu, sonra da bizim kendi elimiz ile tekrardan kurduğumuz bir stüdyoyu elimizde tutmaya çalışıyorduk. Bir yandan stüdyomuzu isteyen kulüpler ile, bir yandan biz başımıza buyruk varız dememizden rahatsız olan yaşam alancılar ile ve bir yandan da toplantılarımızdan rahatsız olan (ehi) tiyatrocular ile uğraşmak zorundaydık.

Ama tüm bunlar arasında problem hep stüdyo hakkında çıkıyordu. Bir çok kişi kulübe sadece stüdyo için gelmek istiyordu ve aslına bakarsanız onlar için stüdyodan başka hiç birşeyin önemi yoktu. Lakin stüdyo rock kulübü üyeleri için ve rock kulübü üyeleri tarafından kurulmuştu. Stüdyoyu kullanmak için ödenen para bile doğru düzgün bir para değildi. O stüdyo rock kulübü üyelerinin düzenlediği ÜCRETSİZ festivallerden elde kalan paralar ile kurulmuş ve sonra da her yıl tekrardan adam edilmişti. Burada bir çelişki vardı. Dışarıdan gelenler bu çelişkiyi anlamakta zorluk çekiyorlardı. Zira bütün yıl uğraşıp debelenerek kurduğun bir stüdyoyu sadece kendimize saklamakta değildi amacımız, biz istiyorduk ki o stüdyoyu kullanan bizim gibi kullansın. En azından amfiyi kapatmadan jakı çekmesin. Stüdyo kullanımı için eğitim bile verdik, eğitime gelemeyenler olunca eğitimi bir kez daha da verdik. Sayı kalabalıklaşınca kimin stüdyo için, kimin kulüp için geldiğini anlamak adına yoklama almak zorunda bile kaldık. İnsanlar arkadaşlarının yerine imza atmaktan çekinmediler. Çözüm bulmakta zorlanıyorduk. Ve bir süre sonra bu durumu insanlara açıklamayı umursamaz hale geldik. Ki milyonlarca kez açıkladık ama hepsinin sonunda beğenmiyorsanız siktirin gidik demekten de çekinmedik. Siktirip gitti bir çoğu. Ve dışa kapalı olarak yaftalandık.

Sonra bir de tarz meselesi vardır hep. Şu argüman ile konuşur durur insanlar (pek yüzümüze söylemezler, hehe) İTÜ Rock kulübü, İTÜ Metal kulübü olsun yerine de Mor ve Ötesi konserleri veren yeni bir İTÜ Rock kulübü açılsın. Okkalı küfürler etmek yerine bu argümana karşı makul bir cevap vermek gerekirse (ki bence çok da gerek yok) sen kimsin de bizim ismimizi değiştiriyorsun ile başlarım cevabıma. Sonra şunu derim, yıllarca kullandığım isimi sana yakışmıyor değiştir desek nasıl bir tepki verirsin?

İTÜ Rock kulübü yıllarca metal kulübü olmakla suçlandı. Ben şimdiye kadar düzenlenmesinde aktif olarak rol aldığım dört festivalin (7 den 10'a) hiç birinde metal gruplarının çoğunlukta olduğunu görmedim. Hatta net oran hep 3 te 1 olmuştur. Arada sırada düzenlediğimiz küçük konser ve etkinliklerde ise durum şundan ibaretti, normalde metal dinleyen ve icra eden adam neden dinlemediği ve icra etmediği türde bir etkinlik düzenlesin ki? Kapımızı hiç bir zaman bizim dinlediğimiz müziği dinlemeyen insanlara kapamadık ama hiç bir zamanda birilerinin bize gelip Mor ve Ötesi konseri düzenleyin demesine ya da The Doors dvd gösterimi yapın demesine izin vermedik.

Öncelikle şunu açıklamak gerek, İTÜ Rock kulübü kendi bünyesinde müzisyenler ile dolu bir topluluktur ve herşeyden önce Türkiye de bu müzik türünün gelişmesi için, amatör ama kaliteli müzik yapan insanlara ve ya her allahın günü televizyonda göremediğimiz müzisyenlere sahne imkanı sağlamayı hedefler ve ücretsiz organizasyon yapar (Coca cola ile de sponsorluk anlaşması yapmaz, Cola Turka ile de yapmaz). Bu yüzden bir Pentagram ya da Mor ve Ötesi konseri yapmaya hiç yanaşmadık. Pentagram için paramız yoktu, Mor ve Ötesinin ise bizim sahnemize ihtiyacı yoktu.

Ki tüm bunların dışında kimsenin fikrine ihtiyacımız yoktu. Bizim kafamızda yeterince fikir vardı ve onlar ile bile başa çıkamıyorduk. Birilerinin gelip şu grubun konser gösterimi yapılsın demesine ihtiyacımız yoktu. O grubun konser gösterimini yapmak isteyen buyursun yapsın diyorduk. Üstelik onu bu sorumluluk altında yalnızda bırakmıyorduk. Her türlü yardımı yapacağımızı garanti ediyorduk. Bilakis çok iyi hatırlıyorum kendi adıma bu şekilde verdiğim bir kaç sözü. Ama karşılığında o organizasyonun sorumluluğunu öneri sahibinin almasını bekliyorduk. Çoğu zaman bu da olmadı. Ki bir konser gösterimi için yapılan tek şey bir üst kata çıkıp bir hafta önceden küçük (duruma göre büyük) salonun istenmesi, konser dvd'sinin (divx falan da olur) ve gösterimin yapılacağı notebook'un bulunması gerekiyordu. Notebook'um yok diyen olursa onu da biz hallediyorduk. Projeksiyon ve perde salonda zaten vardı. Olay bu kadar kolaydı. Ama insanlar sipariş ile organizasyon istemeye devam ettiler, bizde kibar kibar derdimizi anlatmaya çalıştık, sabrımız taşınca kaba kaba kovmak zorunda kaldık.

Hiç bir zaman kitleler tarafından sevilmek sayılmak gibi bir derdimiz olmadı. Hiç bir zaman hatasız olduğumuzu da düşünmedik (ben çok ciddi hatalar yaptığımızı düşünüyorum bilakis) ama yine de bizi dışarıdan eleştirenlerin büyük bir çoğunluğunun bizi yanlış sebeplerden eleştirdiğini düşünüyorum. Bilakis böyle olduğunu görüyorum. Üyelerine ne kimlik veren ne de onlardan aidat toplayan bir kulüp olmadık. Toplantıdan sonra içeriz dedik, ben içmem diyenleri de bağrımıza bastık (zorla birşeyler içirmeyi de denedik, ehi). Her yıl nisan ayının üçüncü haftasında İTÜ'yü normalde olmadığı bir yer haline getirdik. Her allahın günü İTÜ Rock kulübüne bok atan, İTÜ Rock kulübü kapatılsın diyen güvercin beyinli insanların bile çılgınlar gibi eğlendiği festival yaptık. Türkiye'nin ilk açık hava festivalini 11. ayağına kadar taşıdık ve işler yolunda giderse bizden sonrakiler bu yılda 12. kez aynı iyiliği yapacak İTÜ'lülere. Ne zaman karşılaşsak bilmiş bilmiş rock kulübüne bok atan insanlar gene o festivalde eğlenecek, sarhoş olacaklar. Çoğu zaman ders çalışmaktan başka hiç bir şey yapmadıkları okullarındaki en güzel zamanları gene bizim festivalimizde geçirecekler. Aslına bakarsanız çok da sorun yok, biz afişlerimizde koyun resmi koyup otlanmaya ara verin derken de, ya da tavşan resmi koyup geldi bahar ayları gevşedi gönül yayları derken de zaten bu insanların bir çoğunun anlamadığı ama onların hayatında eksik olan birşeylerin altını çiziyorduk. Ve tüm bunların dışında çirkinden başka bir şeyin olmadığı bir yerde güzel bir şey yapıyorduk.

Unutmayın, yine de İTÜ Rock sizleri önemsiyor* ;)



*8. Festivalde kullanığımız spot sözlerden bir tanesi.

Kötü Eğitim

Peh, daha iyi bir blogger olmak istiyorum dedim ama şuna bakın, son yazımdan bu zamana neredeyse bir ay geçmiş. Hmm genede suç benim diyemem. Çoğu zaman olduğu gibi gene koşulların kurbanı oldum. Ama illa bir suçlu bulmamız gerekiyorsa asıl suçlu finallerdir. Hatta eğitim hayatım boyunca girdiğim tüm sınavları ve aldığım tüm notları da suçlayabilirim.

Bu seferki finallerim sadece yazı yazmamı değil tüm yaşamsal faaliyetlerime ara vermeme sebep oldu. Zira yüksek lisans yapıyor olmak kolay iş değil derlerdi de inanmazdım. Hala da inanmıyorum ama akademik hazırlık cidden zor işmiş. Zormuş çünkü bir dersten kalırsan dahi tekmeyi basıyorlarmış ve ortalaman 2.5 üstünde olacakmış. Bu iki koşuldan birini yerine getiremezsen marş falan olmaksızın uğurluyorlarmış. Tabi diyemiyorsun hiç kimseye ulan benim lisanstan mezun olma notum 2.5 diye. Ki bence bir üniversitelinin en büyük lüksü olan okulu uzatmıyorsa bu dönemlik bu dersten kalmamda hiç bir sakınca yok rahatlığından yoksun olmak bambaşka bir trajedidir. Şahsıma özel sıkıntım ise benim bu yüksek lisans programına başlamamdan bir dönem önce ablamın aynı programdan mezun olmasıydı. Yani eğer ben bu programdan atılırsam ailenin yüz karası olduğumu bir kere daha ispatlayacaktım. O sebepten çalışmak gerekiyordu. Nitekim çalıştım.

Bir çok şeyi ikinci plana ittim ve çalıştım ama bir yandan da sancılarla dolu eğitim hayatımı düşünmeden edemedim. Baştan açık olmakta fayda var, üniversite hayatı toplam orta öğretim ve lise hayatından (bizde ilk okul beşte bitiyordu) uzun sürmüş birisiyim (yedi buçuk yıl). Bu konudaki tek avuntum bunca yılın tek üniversitede geçmemiş olmasıdır (eğer yedi buçuk yıl itü'de okumuş olsaydım şimdi çok ciddi psikolojik tedaviler görüyor olurdum). Ama sanırım böyle olacağı daha ana okulundan belliydi.

Benim eğitim kurumları ile olan maceram beş yaşında iken zorla ana okuluna gönderilmem ile başlamış. Hani bir çok insan zaten ana okuluna dahi gitmezken ben ana okuluna iki yıl üst üste gittim (inanın bana o zamanlarda yapılıyordu ana okulundan kalmış bu çocuk esprisi, ne diyebilirim ki kötü espri zamandan bağımsız birşey) çünkü annemin benimle baş etmeye gücü yetmiyordu. Gayet yaramaz bir çocuktum, kadın haklıydı (kendini çocukken yaramaz zannedenler, soruyorum size kaçınız evde yangın çıkardı? Bende öyle düşünmüştüm.).

Eğitim kurumları ile maceramın ilk okulun ilk gününden lise sonun son gününe kadarki kısmını bu seferlik atlayıp üniversite maceramıza değinelim. Sene 2001, yaz ayları. ÖSS sonuçları yeni açıklanmış telefonum çalıp duruyor. Lakin öss konusunda gayet depresif bir ruh hali takındığım için ve nereyi kazandığımı zerre umursamadığım için bir gece öncesinden bir kaç lise 2'li arkadaş ile sarhoş olmayı tercih ettim ve herkes sabahın köründe sonuçlara bakarken ben uyudum. Ama uyutmadı diğer arkadaşlar sağolsunlar. İlk açtığım telefon Uğur'undu. Heyecanlı bir şekilde Hacettepe oğlum dedi. Hadi lan dedim ve kapattım telefonu. Hacettepe olamazdı, olmamalıydı. Ben ilk üniversiteye girişimde yaklaşık 18 tane tercih yaptım. Bunların 16 tanesi İstanbul'du. Sadece iki tanesi Ankara idi ve onları da son anda ablamın önerisi ile yapmıştım ve normalde buna hiç niyetim yoktu (niyetimin olmamasının elbetteki kalbi kırık bir aşık olmam ile alakalıydı). O yüzden ilk telefonu hadi len diye kapattım. İkinci arayan Orkun'du. Bana numaramı sormuştu. Cep telefonu numaramı söylediğimde ne diyorsun manyak herif diyerek telefonu kapatmıştı. Sonuçta cepten aramıştı. Gel gelelim bir kaç telefon konuşması daha yaptıktan sonra zoraki olarak yataktan çıkmış ve gerçeği ister istemez kabul etmiştim. En azından düzgün bir yerleşkesi olan hatırı sayılır bir üniversiteye gidiyorduk.

Öncelikle şunu belirteyim Hacettepe'nin beytepe yerleşkesi sadece yerleşim alanı olarak değil aynı zamanda da yerleşke hayatı olarak da itü'ye on basar.

Üniversite için soğuk başkentimize giderken aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Bu aklımdan geçen bir sürü şeyi rahat rahat yapabilmek için ilk yıl hazırlık okumaya karar vermiştim. Öss'den ve liseden oldukça yorgun çıkmıştım, keşfetmek ve öğrenmek istediğim bir sürü şey vardı ve bunu ders çalışma zorunluluğu olmadan yapmak istiyordum. İlk yılın sonunda en az efor ile hazırlık geride kaldığında bilmediğim şey keşfetmek ve öğrenmek istediğim şeyler için bir yıldan daha fazlasına ihtiyacımın olduğu imiş. Ve ben harıl harıl ders çalışmaya da kesinlikle hazır değilmişim.

Baş kentteki ikinci yılımda afili derslerin başlamasıyla hem serserilik yapıp (hani keşfetmek ve öğrenmek dediğim şey) hem de okumanın aynı anda yürümeyeceğini anladım. Bu şekilde de iki yıl geçti ve toplamda Ankara'da geçen üç yılın sonunda hala birinci sınıftaydım. Artık bir şeyler yapma vakti gelmişti. O sırada okuduğum bölümde mutlu olmadığım için tekrar ÖSS'ye girmek iyi bir fikir gibi gelmişti. Amaç şuydu tekrar ÖSS'ye girilecek ve eğitim hayatına ODTU'de devam edilecekti. Tabii olaylar düşündüğüm gibi idrak etmedi.

Hastalıklı bir sınav tecrübesi, ölüm tehlikeleri ile dolu bir yaz ve umut dolu bir eylül ayı sonrasında artık İstanbul'daydım. Nasıl olduğunu bilmeden, hiç hesapta yokken birden bire İTÜ'lü olmuştum. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum ama kötü hissetmekten çok sıkılmış olduğum için iyi hissediyormuş gibi yapıyordum. Ama stres daha yeni başlıyormuş fark etmemişim.

Bu seferki sıkıntı ise Ankara'da heba ettiğim üç yıl yüzündendi. Hızla aradaki açığı kapatmak, hemen mezun olmak gerekiyordu. İlk yıl beyhude bir çaba ile ortalama için uğraşmıştım, beyhude idi çünkü ikinci ÖSS denememde de yakamı bırakmamış olan ve henüz kendisinin ismini dahi bilmediğimiz hastalığım hiç bir şeyin yolunda gitmesine izin vermiyordu. Deliler gibi çalıştığım sınavlarda bile ataklar geliyor, başarıya kesin gözüyle baktığım derslerde bile acaba kalırmıyım diye sorar hale geliyordum.

Ortalama derdi geri de kaldığında ise (ki bu ikinci dönemin ikinci yarısına tekabül eder) tek derdim okulu daha fazla uzatmamam olmuştu. Bu yüzden ne ödev yapardım doğru düzgün ne de derslerin uygulamalarını takip ederdim. Düşünüyorumda ortalamamın 2.5 olmasının yegane sebebi buydu sanırım. Zira çoğu finalde gayet iyi notlar alıyordum ama genelde CB'nin üstünde not alamıyordum. Hiç unutmam gravite dersinin notları açıklandığında dersi veren hocanın yanına isyan içinde gitmiştim. Ulan yarım sayfa formül yazdık nasıl CB olur diyordum (tabii daha düzgün bir dille). Dur bakalım final notuna demişti, finalde en yüksek notu ben almışım meğersem. O an gözlerimden ateşler fırlamıştı sanırım, zira benden sonraki en yüksek notu alan arkadaş BA almıştı. Çok iyi hatırlıyorum normalde yanında o şekilde konuşmayı istemeyeceğim ve kısmende cesaret edemeyeceğim hocanın yanında bağıra çağıra olayı kabullenmekte çektiğim zorluğu anlatıyordum. Hoca da beni bağlamaz arkadaşım diyordu. Haklıydı sanırım.

Tabii her zaman derslerinde başarılı ama ödev sorumluluğu olmayan bir öğrenci olduğum için kötü notlar almıyordum. Mesela neredeyse okulumu bir dönem uzatmama sebebiyet verecek olan Uzay Jeofiziğinden o gün Sismik finali var zannettiğim için kalmıştım. Sınıftayım, tüm çocuklar oturmuşuz ve adamlar uzay jeofiziği çalışıyorlar. Birşeylerin yolunda gitmediğini o sırada anlamıştım (hehe). E tabii haliyle kaldık o dersten (oysa çalışsam kesin CB ile geçerdim). Ama neyse ki okulumu o ders yüzünden yarım dönem uzatmadım. Okulumu yarım dönem uzatmamın tek sebebi bitirme projesine kayıt olmak için tüm dersleri en azından bir kez almış olmak gerek bilgisinden yoksun olmamdı. Ben henüz alınması gereken son ingilizce dersini almamıştım. Planlarıma göre o dersi verip öyle mezun olacaktım. 4. sınıfın son günlerinde bu acı gerçek suratıma çarptığında ne hissedeceğimi cidden bilemedim. Normalde bu tarz durumlarda otomasyonu suçlamak ve yahut onlar ile deli gibi kavga etmek yapmayı en çok tercih ettiğim şeydir (sık sık da yaptım) ama bu sefer onu da yapamıyordum. O günlerde haberim olmayan bir diğer şey ise iş hukuku diye bir dersin varlığıydı. Bakın o dersi almam gerektiğini bilmiyordum demiyorum, öyle bir dersin varlığını bile bilmiyordum. Meğersem onu da almam gerekiyormuş.

O yaz İTÜ'den son derslerimi aldım. İngilizce 201 ve İş hukuku. Akabinde de zaten geçtiğimiz dönemde yarısını hazırlamış olduğum tezi yazdım. Fakat orada da işler yolunda gitmedi. Genel olarak takvimler ile ilgili bir problemim var. O günlerde bir de World of Warcrat ile bir problemim vardı. İkisi bir araya gelince ve tüm bunlar tez hocamın sinirlerinin hassas olduğu bir dönemde olunca gene herşey cehennem azabına dönmüştü. Okul bir dönem daha uzar sanırım diyordum ciddi ciddi. Son anda (yeni yıl arifesinde millet eğlenirken yazdığım tezinde yardımı ile) işleri bir şekilde yoluna koymayı başarmıştım ama her halde ömrümden de bir iki yılı çöpe atmıştım (neyse ki daha önceden sigarayı bırakarak bir iki yıl fazladan kazanmıştım).

İTÜ'den arkadaşlar ile bazen yaptığımız bir espri vardır. 75. yıl'ın (yemekhane ve merkez kantin) orada bir masanın üstüne çıkmak ve gençliğimi bana geri verın ulaaan diye bağırmak. Elbetteki orada geçen 4.5 yılın tamamen işkenceden ibaret olduğunu düşünmüyorum, orada da başımıza gelen güzel şeyler vardı (İTÜ Rock kulübü diyeceğim ama o da değişik bir işkence sayılırdı, hehe), şansıma çevremde tek dersi dersler olmayan, oturup iki çift laf edebileceğin insanlarda vardı. Ama bu insanlar ve ben aslında İTÜ'de bir azınlıktık. Tek derdi dersler olmayan, tek derdi kariyer ya da ne anlama geldiğini bilmediğim bir rekabet dürtüsü olmayan insanlar olarak aslında tam olarak oraya ait değildik. Aynı eğitimi kesinlikle başka koşullarda çok daha iyi bir şekilde alabilirdik, sadece mühendis ya da sadece akademisyen değilde birazda insan olmanın önemli olduğu bir üniversitede mesela.

NOT: Finallerimi geçtim, okuldan atılmadım. Sonra da kapansın yerleşkeler, açılsın meyhaneler dedim ve içtim. Baya içtim.