Rome - A Legacy of Unrest



master, i praise you
i’ve come here to tame
the demands of the flesh
i’ve come to forget my name
we all thought that the moon
should be turned to blood
and that it’s the worst thing
to want for one who comes not

but there’s nothing left than to obey
all of their laws of wealth
always fighting on both sides
no denial, no denial

master, i serve you
and i serve the language
of failure and doubt
i’ve come to sell you my anguish
we all thought that the moon
 should be turned to blood
and that it’s the worst thing
to try to please and please not

but there’s nothing left than to obey
all of their laws of wealth
always fighting on both sides
no denial, no denial

yes, there’s nothing left than to obey
all of their laws of wealth
master, are you taking sides?
no denial, no denial

and it feels like spring again
we’ve sealed this feel again though
you tried to blind me
i still saw you blush
it feels like spring again
we’ve sealed this feel again
though you tried to blind me
though you tried to blind me
we do not pause, we do not rest
so do not speak, please do not test
my nerve like this, in a season like this
we do not pause, we do not rest
so do not speak, please do not test
my nerve like this, in a season like this
you tried to blind me
you tried to blind me

Kalp Kıran Sentenced Şarkıları

Dertli tasalı gruptur Sentenced. Hani bunun yanı sıra gazdır, görkemlidir, vurucudur ama işte dertli tasalı gruptur. Bazı şarkıları vardır hem sözleri hem de melodileri ile her dinleyişinizde tüylerinizi diken diken eder, çocukluk aşkınızın kalbinizi kırdığı günlere geri götürür.

Garip bir duygusal devinim (yürü bea!!!) yaşadığım bu günlerde bir iki Sentenced şarkısına feci halde takmış bulunmaktayım. İşte merak ile beklediğiniz (merakla bekliyorsunuz değil mi? aşkolsun...) o şarkılar...


Fragile





No One There



Aika Multaa Muistot (Everything Is Nothing)




  The River





The Rain Comes Falling Down

Kristoffer'ın En İyi 5 Performansı

Aslında başlığı biraz yanlış seçtim diyebilirim. Zira burada listeyeceğim şarkılardan çok daha -tabiri caiz ise- teknik performansları var Kristoffer abimin. Ben daha çok en çok sevdiğim beş vokal performansını seçmeye çalıştım kendilerinin.

Kendisini tanımayanlar için kısa bir açıklamaya yapayım Kristoffer Rygg hakkında. Kendisi Norveçli bir müzisyendir. Norveç black metal piyasasının önemli isimlerinden birisidir. Fakat neredeyse on yılı aşkın bir süredir black metal ile hiç bir alakası olmayan müzikler ile ilgilenmektedir ve onlarca grupta vokal yapmışlığı vardır (bknz http://bit.ly/rg3Ldt ). Birlikte müzik yaptığı tüm gruplar içinde kendisine özel olan topluluk Ulver'dir.

Head Control System - Rapid Eye Movement 


Professor Fate - Limbo


Ulver - For the Love of God


Ulver - Østenfor Sol Og Vestenfor Maane


Arcturus - Painting My Horror

Ulver - Wars of the Roses

Artık Ulver yeni albüm çıkardığı zaman resmen mutlu oluyorum. Bilen bilir, Ulver metal yaptığı zamanlarda bile, kesinlikle kalıplarına sığmayan bir gruptu ve ne yapacakları hiç belli olmazdı. Mesela akustik albüm Kveldssanger'den sonra kimse Nattens Madrigal gibi bir albüm beklemiyordu. Fakat asıl beklenmedik olan sanırım Nattens Madrigal sonrası idi. Açık konuşmak gerekirse Shadows of the Sun ile Nattens Madrigal arasındaki dönem benim için biraz sönük geçmişti, pek hazmedememiştim o dönem adamların yaptığı müziği ki bunda o dönemlerdeki müzikal muhafazakarlığımın çok ciddi bir etkisi var. Fakat Shadows of the Sun ile herşey değişmişti, yıllardan sonra bende değişmiştim ve artık müzikal ön yargılarım Ulver ile arama giremez hale geldi. Daha sonrasında Blood Inside'ı bile dinleyebilir hale geldim (hatta Dressed In Black'in hastası bile oldum). Sonra da yeni albüm haberi geldi. Sonra da albüm çıktı.



Yeni Ulver albümünden beklentilerim Shadows of the Sun etkisinde bir albüm olmasıydı. Sanırım Shadows of the Sun ile grubun yeni kimliğini bütünleştirmiş olmamdan kaynaklanan bir yanılgıya kapılıp adamların deney yapma konusunda ki heveslerini görmezden gelmişim. Zira ciddi ciddi bir süpriz beklemiyordum bu albümden.

Şu konuda yanılmadığımı düşünüyorum. Wars of the Roses kesinlikle Shadows of the Sun'ın ruhani takipçisi. Fakat bu elimizde hem aynı türde hem de aynı havada bir albüm olduğu anlamına gelmiyor. Öncelikle biraz daha indie-post rock sularında yüzen bir Ulver ile karşı karşıyayız. Hissettirdikleri olarak da tabiri caizse daha canlı, nefes aldığı hissedilen bir Ulver var karşımızda. Sanki, Shadows of the Sun'daki inzivaya çekilmiş adam kalbindeki aynı hisler ile insanların arasına geri dönmüş gibi.


Her Ulver albümünde olduğu gibi bir seferde içine girilebilecek bir albüm değil Wars of the Roses fakat bir kaç albüm öncesine göre daha rock alt yapılı bir albüm olduğu için bir Blood Inside (benim için bir çeşit milad sayılır o yüzden çok takıyorum Blood Inside'a) kadar da hazmı zor değil.


Yedi şarkı olan albümden ilk dinlemelerimde dört(!!!) tane favori şarkımı hemen saptadım. Rock - jazz alt yapısı ile acaba dedirten February MXX, muhteşem bayan vokalleri ve düeti ile Providence, sade fakat büyüleyici piano melodileri ile September IV ve sonlarına doğru vay anasını dedirten vokal performansı ile England.


Daha albümü dinlemeye yeni başladım diyebilirim. Fakat ona rağmen albümün hayatıma nasıl tenefüs ettiğini fark edebiliyorum. 2011'de doğru düzgün yeni albüm dinlemedim diyebilirim, fakat dinlediklerim içinde kesinlikle en değerlisi Wars of The Roses'dır (birde Head Control System yeni albüm çıkarsa).

Olimpos ve İki Şarkı

Kötü bir 9gag alışkanlığı ile tatile her zaman çıkmam, ama çıktığım zaman anasını ağlatırım gibi bir cümle ile yazıya başlamak istiyor gibiyim. Neyse ki sağ duyulu bir insan olarak, doğrudan bu cümleyi kurmak yerine böyle iki yüzlü bir giriş yapmayı tercih ettim. Üst satırlarda kabaca saçmaladığım gibi çok sık tatile çıkabilen bir adam değilim. Garip bir şekilde öğrenci iken, bilgisayar gibi şeyleri tatile tercih ettiğim olabiliyordu (şimdi ki aklım olsa "Fuck Apple its holiday time" derdim :P). Daha sonra iş dünyasına girince ise olayın boyutu çok hızlı değişti.

Eskiden çok ciddi bir ihtiyaç olarak görmediğim tatile çıkma, iş dünyası ve kendi bireysel dingilliklerim ile iyice işkenceye çevirdiğim hayatımdaki en önemli şey haline geldi. Böylelikle ben bu yaz için çok ciddi tatil planları yapmaya başladım. Plan ağustos ayının başında Kaş'a gitmekti. Fakat iş dünyası korkunç ağlarını örmüş, aylar önceden aldığım izin son anda bir tarafımda patlamıştı. Akabinde olaylar çılgınca gelişti, kader ağlarını ördü, bir takım ciddi kararlar alındı, vedalar edildi, ailem bu bayramlık beni azat etti ve bende bu sayede bayram tatilinde Olimpos'a gittim.

Fakat Olimpos'a da gerçekten kürkçü dükkanına gider gibi gittim. Çok sık tatile çıkmamak ile beraber son çıktığım tatillerin hepsini Olimpos'da geçirdim ve toplama kampı kalitesindeki hizmetlerinden, ankaralılarından, çakma hippilerinden, ayağımı paramparça eden taşlarından ve dandik sahilinden muazzam derecede sıkıldım.

Lakin tatil tatildir dedim ve Olimpos'a bir şans daha verdim. Olimpos bu son şansı çok iyi değerlendirdi diyebilirim.

Neyse efendim ben konumuza döneyim  (evet en başından beri bir konumuz vardı). Son tatilim boyunca bana eşlik eden iki tane şarkı oldu. Özellikle Katatonia'dan Ashen tatilin neredeyse her günü bir kaç kez dinlediğim, her dinleyişimde bir kere daha dinlemeliyim dediğim, nakaratını bir yerden bir yere yürürken muhakkak mırıldandığım bir şarkı idi. Bu şarkı grubun son albümü olan (ve muhteşem bir albüm olan) Night is the New Day albümünde bonus olarak bulunan bir şarkı. Öncelikle bu kadar güzel bir şarkının tüm ablümlerde değil de sadece special editionlarda olmasından ötürü topluluğu kınadığımı belirtmek isterim. Neyse efendim, tatil boyunca bu şarkıdan o kadar keyif aldım ki, eğer bu tatilde bu şarkı yanımda olmasaydı, bir şeyler kesinlikle eksik olurdu!


Bir diğer takıntılı şarkımda Ulver'in All the Love'dı. Ulver'de her zaman Katatonia kadar özel bir grup olmuştu. Sadece müzikal tercihleri yüzünden bazen yarattıkları dünyaynın içine girmek çok zor olabiliyordu. Shadows of the Sun benim grubun dünyasına tekrar girmemi sağlayan albümdü ve albümün çoktan bana ait farklı bir anlamı vardı. Fakat albümün eskiden de çok güçlü bulduğum şarkılarından bir tanesi olan All the Love tatilde çok daha farklı bir anlam kazandı. Birinci dakikanın sonunda başlayan perkisyon, 1:30'da başlayan vokal melodisi, o vokal melodisi bittikten sonra başlayan saksafon solosu (saksafon dimi?) ve ardından gelen atonel piyano... ve benim bu trafiği takip ederek izlediğim sahil... Muhteşem...

Kosheen - Catch


Evet efendim, yaşıtlarım smooth jazzlar, lounge fmler dinliyor olabilir! Bende dönem dönem kendi müzik zevklerimin dışına taşabiliyorum! Mesela dönemsel olarak yaşadığım Röyksopp krizlerim var (bazende çok feci U2 krizi geçiriyorum, gece gündüz One dinliyorum çok korkunç oluyor). Şu sıralar bu tarz histerik müzik dinleme adetime bir yenisi eklemiş bulunmaktayım. Kosheen'den Catch krizi.

Kosheen'i bir dönem rahatsız edici Hide U şarkısı ile tanıdık televizyonda gördüğümüz kadarı ile. Dürüst olmak gerekirse o şarkının hiç bir zaman hastası olmadım, hala da pek sevmem. Lakin o günlerde televizyona Catch de dönmeye başlamıştı ve benim için işin rengi değişmeye başlamıştı.

O zamanlar bile bu şarkıyı çok sevdiğimi biliyordum, vokal melodisi daha ilk dinlediğimde dilime dolanmıştı, gayet şahane bir şarkıydı fakat ben ve o ayrı dünyalara aittik. O günlerde muntazam black metal dinlemek durumundaydım, büyük bir sorumluluk altındaydım, dünyevi müziklerle dikkatimi dağıtamazdım (ehi).

Sonra aradan yıllar geçti ve sıkıcı bir iş günü tekrar karşılaştık kendisi ile. Artık bizi ayırmaya çalışan zalim metalciler de yoktu hayatımda (siz bilmezsiniz çok feci mahalle baskısı yapar metalciler :P). Bizde öyle bir hasret giderelim dedik. O sebepten şu sıralar Kosheen ile feci halde hasret gideriyorum. Öyle böyle değil, başka bir şey dinleyemez hale geldim. Şu anda soğuk kanlı bir şekilde Catch krizimin bitmesini bekliyorum (Kriz bitsin cehenneme giderken yanıma alacağım 10 albümün ikinci yarısını yazacağım, daha cennete giderken yanıma alacağım 10 albüm var).

Cehenneme Giderken Yanıma Alacağım 10 Albüm (İlk 5)

Müzik zevkimin karanlık yanı hakkında bir makale yazma planım çok uzundır vardı. Bir çok konuda çok uzun zamandır plan sahibiyim. Hatta hiç bir şeyi anlık olarak yapmıyorum. Önce düzenli bir şekilde planımı yapyorum, sonra da yıllar sonra belki yapılabilecekler listesine koyuyorum, bir sonraki adımda da o listeyi nereye koyduğumu unutuyorum ve mutlu mesut hayatıma devam ediyorum.

Lise 1 den sonra müzik zevkimde bir takım değişiklikler olmaya başlamıştı (o dönem zaten herşeyde bir değişiklik oluyordu allaha çok şükür). Metallica, Megadeth falan artık beni kesmiyordu. Çok daha karanlık (acı çekiyorduk kardeşim), çok daha saldırgan (acı çekiyorduk ama kendimizi de ezdirmiyorduk) ve çok daha havalı (ergendik hocam, kanımız kaynıyordu) şeyler dinlemek istiyordum. Bu isteklerimin peşinden koştum. Sonrasında bir takım olay gelişti ve karşınıza Cehenneme giderken yanıma alacağım 10 albüm listesi ile çıktım.

Immortal - At The Heart Of Winter


Bu albüm için dinlediğim ilk black metal albümü diyebilirim. Albümü DJ club'dan aldığım günü hala hatırlarım. Daha dün metallica dinleyen çocuk bugün abiler ligine giriyordu. Artık çok daha sert, çok daha acayip bir müzik dinleyen, ortamın en havalı adamıydım. İşin denyoluk boyutu buydu. İşin diğer tarafında ise adı ile özdeşleşmiş muhteşem bir albüm var. Hala dinlediğim zaman kendine münazır, steril bir dünyaya götürür beni bu albüm. Sanki buzdan yapılmıştır albümün melodileri, dinlerken -270 dereceyi hayal ederken bulursunuz kendinizi.

Dimmu Borgir - Stormblast


Yok, neredeyse son üç albümdür Dimmu'nun yaptığı işleri hiç ama hiç beğenmiyorum. Artık olayın imaj ya da populerlik boyutu beni ilgilendirmiyor. Tipi yüzünden adamlara ne hayranlık ne de kin duyacak değilim (eee yaşıtlarımız smooth jazz dinliyor, bizde olgunlaşalım biraz :P). Fakat Dimmu'da artık eskiden bulduğum güzel şeyi bulamıyorum. Dimmu'da eskiden bulduğum güzel şey neydi diye soracak olursanız sanırım vereceğim cevap Stormblast olacaktır. Stormblast albümü (özellikle orjinal albüm) kesinlikle grubun kariyerinin en duygusal albümüdür. Zayıf gitar ve davul tonları yüzünden albüm yer yer yüksek tempolara çıksada hiç bir zaman yürek hoplatan black metal saldırganlığına ulaşmıyor. Bestelerdeki minor gam ağırlığı ve incelikli yazılmış piano partisyonları ile albümün bana huzur verdiğini bile söyleyebilirim.

Cradle of Filth - Cruelty Brought Thee Orchids


Yani, sanırım müzikal anlamda olmasada işlev bazında black metalin Metallica'sı diyebiliriz bu denyolara. Bu grup ile girersin black metal dünyasına ve bir süre sonra yer altına girdikçe unutur gidersin bu adamları. Her ne kadar ilk dinlediğim black metal grubu olmasada ilk dinlediklerimden bir tanesi idi Cradle of Filth. Black metal ile tabiri caizse duygusal diyebileceğimiz senfonik pasajlar ve bayan vokalleri bir arada kullanan grup doğruya doğru dinlenmesi daha kolay bir müzik yapıyordu akranlarına göre. O günlerde bu albüm bence bu tarz müziğin doruk noktası idi. Sırf o günlerin hatrına bile arada sırada dinlediğim bir albümdür ve bence hala grubun en özel albümüdür.

Marduk - Plague Angel


Bir şekilde cehennem ve müzik konuları yan yana geldiği zaman Marduk'un akla gelmemesi çok büyük bir ayıp olur. Bu manyak adamlar hep iyi müzik yaptılar. Özellikle Mortuus'un vokallere geçmesi ile birlikte müzikleri daha da karakteristik bir havaya büründü. Karanlık mı? Evet. Tedirgin edici mi? Evet. Peki bunara rağmen albümü dinlerken garip bir arınma ve tatmin hissi yaşıyor muyum? Kesinlikle evet.

Meshuggah - obZen


Buraya kadar listeye giren tek death metal grubu. Ama ne death metal grubu. Manyak aksak ritimleri ile bir çok müzisyenin taktirini toplayan bu adamları ben müzikal kapasiteleri yüzünden değil, teknikleri ile gövde gösterisi yapmaktan daha fazlasını başarabildikleri için seviyorum. Kanımca obZen bir death metal albümü olmasına karşın, yarattığı atmosfer ile sevdiğim tüm black metal gruplarında olan şeyi yapıyor, atmosferi ağırlaştırıyor ve tabiri caizse karanlık bir arınma deneyimi sağlıyor.

Metal Milita

Abov... Ne kadar çabuk geçmiş zaman!! Bir kaç ay önce twitter üzerinden bildiğimiz metallica coverları nelerdir diye sormuştum. Takipçilerden bir sürü güzel öneri gelmişti. Aklımda kalan, en beğendiklerimi aşağıda sıralıyorum efendim (evet ölmedim, buralardayım, mümkün olursa buraya daha sık uğramak niyetindeyim ama söz veremiyorum :P).

Gojira - Escape
İlk yorumumuz Gojira'dan geliyor. Gojira Fransa'dan çıkıp hastası olduğumuz ilk gruptur (ikincisi Gorod'dur).  Gojira'nın escape yorumunu kanımca özel kılan şey modernleşen fakat öze sadık bir sound ile inanılmaz uyumlu Gojira vokalleridir. Ayakta alkışlıyoruz. Cansın Gojira.


Cannibal Corpse - No Remorse
Cannibal Corpse suratınıza çarpan 100 ton çeken betondan bir tokat gibidir (allahım yanına geliyorum yarabbim!). Bunu küçük bir test ile ispatlayabiliriz. Ortalama bir rock dinleyicisinin bir kulağına şarkının orjinal Metallica versiyonunu, diğer kulağına da Cannibal Corpse versiyonunu verelim. Aradaki farkı gördünüz değil mi? Evet, hayvansın Cannibal Corpse.


Dark Tranquillity - My Friend of Misery
Dark Tranquillity her zaman, en sert olduklarında bile dokunaklı bir gruptu. Bu yüzden metallica'nın en dokunaklı şarkılarından bir tanesini coverlamış olmalarına hiç şaşırmadım. Üstelik beklenenin aksine şarkıyı temiz vokalle yorumlamak yerine daha zor olanın altından alınları ak çıkmış olmalarını ayrıca takdir ediyorum. Adamsın Dark Tranquillity



Moonsorrow - For Whom The Bell Tolls
Burada bahsi geçen metal grupları içinde, metallica'nın şarkısını kendi şarkısı haline getirebilen sanırım sadece bir tane grup var. Ofiste Eralp şarkıdan bahsettiğinde zaten dumur olmuştum (Moonsorrow severim ama şarkıdan haberim yoktu). Dinleyince iki kat daha dumur oldum. Çalan bir Metallica bestesiydi fakat çalan kesinlikle bir Moonsorrow şarkısıydı. Gözümsün Moonsorrow.



Iron Horse - The Unforgiven
Iron Horse bence listemizdeki en enteresan grup ve en enteresan çalışma bu arkadaşların ki. Bir kere adamlar Metallica'nın müziğini metal alanından tamamen çıkartıyorlar ve gevurun bluegrass dediği şeyin içine sokuyorlar (amerikan taşra müziği gibi bir şey sanırım). Bu adamları dinleyip nefret edenlerde çok benim gibi hastası olanda. Beğenin ya da beğenmeyin adamların yaptığı iş bence taktire şayan. Kralsın Iron Horse.



Bu da bonus çok afedersiniz.

We were designed to Party!!!


"She's got you thinking this is how you’re supposed to be. It's not. We're young. We’re supposed to drink too much. We're supposed to have bad attitudes and shag each other's brains out. We were designed to party. We owe it to ourselves to party hard. We owe it to each other. This is it. This is our time. So a few of us will overdose, or go mental. Charles Darwin said you can't make an omelette without breaking a few eggs. That's what it's about - breaking eggs - by eggs, I mean, getting twatted on a cocktail of class As.

If you could see yourselves... We had it all. We have fucked up bigger and better than any generation that came before us. We were so beautiful... We're screw-ups. I plan on staying a screw-up until my late twenties, or maybe even my early thirties. And I will shag my own mum before I let her.... or anyone else take that away from me!"

Kesinlikle çok ama çok güzel...

Sayın Konya, Bize İş Dünyandan Bahset



Yeni yıl yazısı mı yazsam, geçen seyrettiğim filmden mi bahsetsem, yoksa ayrı yazmadığım deler ve dalar konusunda vicdanımın ne kadar rahat olduğundan mı bahsetsem derken kendimi klavyenin başında anlamsızca ekrana bakarken buldum.

Son günlerde epeydir yazı yazmadığım için kendimi gayet kötü hissediyor ve sürekli bir sonra ki yazımda nelerden bahsedeceğimi düşünüyorum. Mesela yukarıda bahsettiğim konular doğru girizgahı yapabilirsem gayet uzun paragraflar çıkarabileceğim konular. Komik. Normal koşullarda yazacak enteresan bir şey bulamadığım için yazamazken şu an bir sürü şey arasından doğru şeyi seçemediğim için yazamıyorum. Evet işim gücüm artistlik biliyorum.

O zaman şuradan başlayalım. İlk olarak iş değiştirdim. Yaklaşık on aydır çalıştığım ajanstan ayrıldım ve başka bir ajansa geçtim. Her şeyden önce şunu söylemeliyim, bence hiç bir zaman çok çalışmak problem değil, problem korku ile, stres ile çalışmak. Bir önceki iş yerimde garip bir şekilde her üç ayda bir pozisyonumu değiştiriyorlardı. Artık SEO ile uğraş ya da artık adwords reklamları yap diye geliyorlardı kafalarına göre. Ayrıca çok şahane bir maaşım olmamasına rağmen bana verdikleri parayı sürekli kafama kakıyorlardı. Şirketi yeterince sahiplenmemek ve yaptığım işi sevmemekle itam edilmek de cabası. Göremedikleri şey ise sürekli değiştirdikleri sorumluluklarım sayesinde, hali hazırda yapabildiğim, yürütebildiğim işleri de yürütemez hale gelmiştim. Yazın ortasına kadar en erken saat dokuzda ofisten çıkarken birden bire değişen sorumluluklarım sayesinde saat altı olur olmaz ofisten çıkar, saat altıya kadar da saatin altı olmasını bekler hale gelmiştim.

Tüm bunlar olup biterken patron herşeyi kontrol ettiğini, şirketi daha iyiye götürecek kararları aldığını düşünüyordu. Belki haklıdır bilemem, ama bence iş yapan bir adamı, iş yapamaz hale getirmek şirketi iyiye götürebilecek bir şey olmasa gerek. Tüm bunların dışında ofiste sürekli yerildiğimiz bir ortam vardı. Şunu hiç unutmuyorum, bir gün geldiler ve sana bir challenge veriyoruz dediler (challenge???!!!). Bir müşteri adayını müşteri haline getirmekti görevim. Çok büyük bir müşteri adayı değildi kendisi, hatta uzun vadede bize pek bir şeyde kazandırmayacaktı ama challenge challenge'dır dedim ve işin peşinden koştum. Allah'ın siktir ettiği yerlere toplantılara gittim. Müşteriye saatlerce SEO ve SEA anlattım (çok iyi SEO ve SEA anlatırım, isterseniz size de anlatayım :P ) ve en sonunda adama işi satmayı başardım. Sonra da herkesin içinde patrondan "aklın fikrin yokmu senin" gibi bir lafa maruz kaldım. Eh malum böyle bir laf duyunca adam konuşurken oturduğum yerde sinirden ağız burun yapmaya başladım (çok iyi ağız burun yaparım, isterseniz size de yaparım :P ). Patron ağız burun yapma dediğinde aklım fikrim yok ondan böyleyim dedim ve rahatladım (anında geçti ağız burun hareketlerim).

Böyle bir ortam vardı ofiste. Patron olmadığı zaman mutlu mesut yaşıyor, patron gelince ben dahil herkesin morali bozuluyordu. Gitmek gerekiyordu. Kesinlikle gitmek gerekiyordu. Ve gittim.

Şu an bulunduğum iş yerinde çalışmaya başlayalı tam iki hafta oldu. Henüz her şey çok yeni ve alışmakta bir miktar zorluk çektiğimi kesinlikle reddedemem. Bir kere artık 80 kişilik kadrosu olan(bir sürü insan var!!!) ve öyle ya da böyle kurumsallaşmış bir şirkette çalışıyorum. Sabahları işe giderken boğazı izleyerek müzik dinliyorum (Ofis hisarda, ev fındıklıda), öğle aralarında sahile iniyorum falan. Kebap anlayacağınız.

Tabii içimizdeki o sinsi black metal kötümserliği yüzünden mevzunun tadını pek çıkaramıyorum. Her an bir bok olacak ve her şey bom bok bir hal alacak hissine kapılıyorum. Hayatımda işlerin rast gitmesine çok alışkın birisi değilim. Ama garip bir şekilde sanki şu an her şey gerçekten iyi gidiyor gibi.

Hatta sanırım mutluyum (hassiktir ne dedim!!!)