The flames rise still so freezing on our sea*

Daha ciddi bir blogger olmaya çalışıyorum şu sıralar. Kontrolsüz kelimeler ile aram çok iyi ama işin içine biraz kontrol, biraz yönlendirme katmaya kalktığımda elim ayağıma dolaşıyor. Olsun diyorum, ilk kez elim ayağıma dolaşmıyor, tökezlemeye de alışkın sayılırım. Yavaş yavaş bu diyarda da koşar hale gelirim diye düşünüyorum. Ya beceremezsem, o zaman bu da ayrı bir ağlama duvarı yazısı olur.

Sene 2000. Eskişehir'de tren istasyonunda bekliyorum. Yanımda o zamanlar lavuk olduğunu bilmediğim, dostum sandığım bir adam var. İstikamet İstanbul. Çünkü o zamanlar black metalden başka müzik dinlemeye ciddi anlamda kapalı olsam da kalbimde yeri ayrı olan bir grup var. Sanırım yarım yamalak okuduğum bir non-serviam kritiğinde yaptıkları müziği death metal sanmıştım (oysa eskiden death metal yapıyorlarmış). O motivasyonla almıştım Frozen'ı. Yanlış bir bilgi ile, belki de tesadüfen girmişti hayatıma Sentenced ve aradan yaklaşık bir yıl geçtikten sonra İstanbul'a konsere geliyorlardı. Ve benim için istikamet İstanbul'u gösteriyordu.

Herşey çok kaotikti. Cebinde parası olan tek kişi bendim ve iki kişi için plan yapmalıydım. Ne yazık ki yanımda ahım şahım bir parada yoktu. Sabahın köründe istanbulda olacaktık. Başka hiç bir şey bilmiyorduk. Konser cumartesi gecesiydi ve o pazar nüfus sayımı vardı. Nasıl geri döneceğimizi bile bilmiyorduk. Sabahın köründe İstanbul'da olduk ve apar topar kendimizi taksime attık. Tabii o zamanlar taksim sokakları şimdi ki gibi tanıdık değiller. Daha sabah dokuz olmadan konser yerinin oralardaydık. Konser kazabilanka konser salonundaydı. Mekan hakkında bildiğim tek şey vakti ile Zeki Müren'in ilk sahne aldığı yer olmasıydı (Non-serviam'da okumuştum). Ben daha şimdiden insanlar birikmeye başlamıştır diye düşünüyordum. Sanırım bu naifliğim Sentenced konserinin hayatımda gittiğim ikinci konser oluşu ve ilk gittiğim konserinde Metallica konseri oluşu ile alakalı idi. Elbetteki daha ortalıkta kimse yoktu. Saatler boyuncada olmayacaktı.

Lavuk arkadaş ile sağda solda takılmaya başlamıştık. Vakit makul bir yere gelsin ve içmeye başlayalım diye bekliyorduk. Nitekim liseden, bir alt dönemden Seda ve destruction yelekli arkadaşının da bize katılması ile vakit daha kolay geçmeye başlamıştı. Sanırım tam burada biraz Seda'dan bahsetmem gerek. Zira kendisi hayatının bir döneminde sorunlu metalci kız olup biraz büyüyünce magazin programlarında İstanbul gece hayatı gösterilirken üç saniyeliğine kameraya gülümseyerek dans eden kızlardan bir tanesi olmuştu (şu anda ne alemdedir bilemiyorum). Tabii benim Seda'yı burada sevgi ile anmamın en büyük sebebi bana konser öncesi Sentenced kadrosuna imzalattığı A5 büyüklüğündeki konser flayerini vermesiydi. O anı çok iyi hatırlıyorum. O ve destruction yelekli arkadaşın bize katılması ile gidip şişe şişe şarap almıştık ve inceden demleniyorduk. Artık konser için hafif bir kalabalık da oluşmaya başlamıştı. Sanırım kendi aramızda Sentenced'ı ne kadar çok sevdiğimizden, Sentenced için gerekirse çocuğumuzu kesebileceğimizden falan bahsediyorduk (bunu diyen bendim sanırım). O sırada Seda çantasından imzalı Sentenced flayerını çıkarmıştı. Çok heyecanlanmıştım. Hiç düşünmeden bana ver, sen zaten benim kadar sevmiyorsun demiştim. O da hiç düşünmeden al senin olsun demişti. Ve gönlümde hala koruduğu bir yer edinmişti (her halde yedi sekiz yıldır görmüyorum kendilerini ama olsun yeri duruyor). Keyfim yerine gelmişti, daha konser başlamadan ganimetleri toplamaya başlamıştım. Şarabın tadı artık biraz daha tatlıydı. O sıralarda henüz tecrübe etmemiştim, hiç su içmeden iki şişe şarap içmenin nasıl bir susuzluğa sebep olabileceğini.

Espriler şakalar ile geçmişti vakit ve bir şekilde konser başlamıştı. Elbetteki en öndeydik, elbetteki çok çoşkuluyduk. Tabii aradan on yıl geçtiği için hangi şarkıların çaldığını çok da iyi hatırlamıyorum. Ama Farewel ve Suicider'ı çok ama çok iyi hatırlıyorum. Villa'nın "kendimden nefret etmeme yardım edin" diyip tüm seyircileri fuck you diyerekten bağırtması, en sonunda da fuck you too diyerekten (çok şakacı birisi gerçekten de) şarkıya geçmesini hala hatırlıyorum. Sonra sahnenin en önünde kendimden geçerken bir anda gırtlağıma yapışan bir susuzluk hissi ile ne yapacağımı şaşırdığımı da çok iyi hatırlıyorum. Bir şekilde sağdan soldan su bulmaya çalışıyordum ama işin oluru yok gibiydi. Zar zor koruyordum zaten sahne önündeki yerimi, bir gidersem geri dönüşü yoktu ama diğer taraftan da içim yanıyordu. Yapacak bir şey yoktu, hızlı hızlı yerimi terk etmiş ve su ihtiyacımı gidermek için mekandan çıkmış, bir galon su içip konser alanına geri gelmiştim. Tam kalabalık arasındaki yerimi almaya hazırlanırken birden kulaklarıma inanamadığım birşey çalmaya başlamıştı. Killing me killing you… Tabii o zamanlar aşıktık (şimdiye kadar o zamanlar aşıktık diye kurduğum cümlelerin hepsinde aynı kızdan bahsettim, başka bir kıza olan aşkımdan bahsedecek olursam ayrıca belirtirim), hatta mutlu mesuttuk ama yine de dokunaklı bir aşk şarkısında mutluyken de kederlenebiliyorduk. Üstelik o kadar sarhoşken sadece o şimdi neden burada değil diye kederlenmek o kadar kolaydı o zamanlar (şimdi daha ciddi sebepler olmadan kederlenmemeyi prensip haline getirdim : P).

Sahneye uzaktı yerim ama hem duyabiliyor hem de görebiliyordum. Aslında çok da birşey hatırlamıyorum. Hatta net hatırladığım tek şey distorşın ile kafa sallamaya başlamamdır. Henüz saçlarım pek uzun sayılmazdı (hatta yıllar boyunca saçını üçe vurduran bir gencin saçlarını uzatmaya yeni karar verdiği dönemlerdeydim) ama sanki bir metre saçım varmışcasına havaya girmiştim. Eminim çevremdeki artist metalciler için esprili bir görüntü olmuşumdur. O şarkıdan sonra kaç şarkı daha çaldılar hatırlamıyorum ama o konser orada benim için bitmişti, hem duygusal, hem de fiziksel açıdan artık sakinleşmem gerekiyordu.

Mekandan çıktığımızda yağmur yağıyordu ve ben konserdeyken ondan bana bir sürü mesaj gelmişti. Güzel mesajlardı. Çok güzel bir geceydi. Ablam bizi konser çıkışında almaya gelmişti, nereye gideceksek oraya bırakacaktı bizi. Tam o sırada Seda ikinci kıyağını yapmıştı. Biz ailecek geldik ailecek dönüyoruz sizi de alalım yanımıza demişti. Eve giden yolu da bulmuştuk. Yağmur ise yağmaya devam ediyordu. Boyumdan büyük hisler ile yağmuru izliyordum. Yorgun ama tatmin olmuştum, hüzünlüydüm ama mutluydum.

*


NOT: O imzalı Sentenced flayerin ise arkasına bir mektup yazılmıştı ve verilmesi gereken kişiye verilmişti. Düşünüyorumda bir kutu içinde duruyormudur hala yoksa çoktan çöpte kaybolmuşmudur?

Saffah'ın barlar ile imtihanı

Küçük bir kasaba da yaşayan haşeri gençler olarak bira içmek, alkol alıyor olmak, tıpkı sevdalanmak, birilerini dövmek ve dayak yemek gibi bizi biraz daha adam yapan bir şeydi. O yüzden hızla adam olmak istediğimiz için hem elimizden geldiği kadar çok bira içmeye ve elimizden geldiği kadar aşık olmaya çalışıyorduk. Fakat sokaklarda bira içmek ile bir mekanda bira içmek arasında ciddi bir fark vardı. Daha on sekiz olmadan, on sekiz olununca girilebilen yerlere girmek istemek, oralara girebilmek için yol yöntem bulmaya çalışmak sanırım hepimizin başına gelmiştir. Mesela ben bir keresinde kız arkadaşımın doğum gününe giremiyordum neredeyse (o 18'e basmıştı ve benim daha altı ayım vardı). Neyse ki kapıdaki iyi kalpli ve artist güvenlik saat altıya kadar oturmamıza izin vermişti. O gün kararımı vermiştim, 18 olur olmaz o mekana girecek kimliğim ile adama artistlik nasıl yapılır gösterecektim. 18 olduğum gün aynı mekana gittiğimde aynı adam henüz 18 olmadın yarın gel demişti. Evet bu tarz fevri hareketler bana göre değildi.

Ama bar da içmeye dair asıl bildiklerimi öğrendiğim yer Tiamat şarkılarıydı (kısmen the black league'de işin içinde diyebiliriz). Neden bilmiyorum ama o şarkılarda bahsi geçen yaşlı yorgun ve çirkin adam olmaya özeniyordum. Bir sürü şey görmek, yorulmak, yalnızlığını barlarda ve kadehlerde yaşamak çok çekici geliyordu. Ki bir yere kadar bar yalnızlığı diye tabir ettiğim şeyi de tecrübe ettim diyebilirim. Fakat asıl bar maceram kesinlikle buna benzer hikayelerden ibaret değil.

Bilen bilir, ikinci adresimiz olarak gösterdiğimiz bir mekan var taksimde. Namı değer Thales. Oraya ilk gitmeye başladığımızda bizi çeken şey elbetteki ucuz birası ve dillere destan tekila + bira menüsüydü. Öğrenci olduğumuz ve her fırsatta sarhoş olabilmek için elimizden geleni ardımıza koymadığımız için thales'in kapısı bir nevi cennetin kapısı gibiydi bizler için. Üstelik mekanın sahipleri ve çalışanları da gayet sıcaktılar bize karşı. Mesela Oktay (birinci patronun kardeşi ve mekanın barmeni) sayesinde cebimdeki paranın ebatlarından emin olamasam da fevri bir kararla "içkiler benden" havasına az girmemişimdir. Tüm bunlar Thales'i bizim için (ya da en azından benim için) Amerikan dizilerinde gördüğümüz iş çıkışı uğranılan bar havasına sokuyordu. Neredeyse her masada bir tanıdık oturuyordu. İçeri girdiğin zaman bir sürü insanla merhabalaşıyorduk. Mekana tek başımıza girsek bile thales'de tek başımıza içmiyorduk (bunu güzel birşey olarak kabul ediyoruz ;) ). Artık mekanın bir parçası da biz olduk diye düşünüyorduk ki bir gün Oktay barın arkasına geçmek istermisin diye sordu bana. Bu benim için şu demekti, normalde içerken para veriyorken, şimdi içip üste para alacaktım. Hemen nereye imza atmam gerektiğini sordum ve asıl Thales macerası başlamış oldu.

Barmen olmak cidden çok güzeldi. Sanırım yaklaşık dokuz ay kadar çalıştım orada. Ciddi bir para kazanmıyordum, zaten amaç o da değildi. Ama aslına bakarsanız normalde içki içerek tüm paramı harcadığım gecelerde barda çalışınca hem para harcamıyor hem de üste para kazanıyor hale gelmiştim. Ciddi bir para kazanmıyordum ama süper tasarruf sağlıyordum.

Yeni içkiler denemek, bara oturan yabancılar ile sohbet etmek, bulaşıkları yıkarken bardak kırmak, kırdığım bardağı Cengiz abiye (ikinci patron) çaktırmadan çöpe atmak, eşe dosta içki ısmarlamak çok ama çok güzeldi. Sonra hem içip (içebildiğin kadar) hem de iş yapar halde olmaya çalışmak vardı. Bu en büyük mücadeleydi. Genelde gecenin sonuna kadar bir şekilde ayakta ve iş yapar halde kalıyordum. Ama bir kaç gece vardır ki zil zurna sarhoş olduğumu patronlardan saklamak için hastalanmış ya da yorgunluktan ölüyormuş gibi davranmak zorunda kalmıştım. İçkiye açtım arkadaş, elimden başka bir şey gelmiyordu. Sonra bazı geceler oldu, tüm mesai boyunca bir kadeh dahi içmek aklıma gelmez oldu, doymak da böyle birşeymiş demek ki.

Evet barda çalışmak insana bu tarz avantajlar sağlayabiliyor. Mesela ben Thales'de çalışmaya başlamadan önce bira değil de votka adamı olduğumu bilmiyordum. Malum minimum paraya maksimum alkol ise derdin ve mekanda olabildiğince vakit geçirmek istiyorsan elin mahkum bira içeceksin. Aslında barın arkasına henüz geçmeden fındık votkanın hastası olmuştum ama bir Cardinal Melon henüz dünyama girmemişti. The Big Lebowski hayranlığımdan beyaz rus yapmayı öğrenmem gerekiyordu. Bunlar eğer bir barda çalışmasaydım hayatımda olmayacaktı. Zira Thales olmasaydı karamel votkayı da icat edemezdim (evet karamel votkayı ben icat ettim inanmayan Cengiz abiye sorabilir : ) ).

Elbetteki barda çalışmanın da kendine has zorlukları vardı. Mesela Thales değil de başka bir yerde çalışıyor olsaydım eminim hiç bu kadar eğlenemezdim. Hatta biliyorum ki ilk haftadan işi bırakırdım. Ki buna rağmen insanların eğlendiği saatlerde çalışıyor olmak çok zor birşey. Hatta üniversiteden mezun olunca henüz bir işe girmeden Thales'de çalışmayı bırakmamın en önemli sebebi Cumartesi gecelerimi geri istememdir. Dışarıdan bakınca bir barmenin ya da barda çalışan bir dj'in dünyanın en çok eğlenen insanları olduğu düşünülebilir. Zira işin aslı kesinlikle bu değil. Mesela insanlarla uğraşmayı sevmediğinizimi düşünüyorsunuz? Bir de sarhoş insanlarla hatta yaş aralığı 18 - 25 olan üniversiteli zevzek sarhoşlarla uğraşmayı düşünün. Hani sempatik ve sıcak bir mekanın çalışanı olarak gönlünüzce kimseyi kapı dışarı da edemiyorsunuz. Bir çok üniversitelinin hayalidir, günün birinde bar açıp sonsuza dek mutlu yaşamak isterler. Ben gördüm, o hayal tamamen yalan.

Bir barda çalışmış olmak, bar ve müşteri arasındaki ilişkide ki en sorunlu yer konusunda da daha iyi bir fikir edinmemi sağladı. Hepimiz biliriz sanırım, bir mekana girersin, inanılmaz artist görünüşlü bir garson (hem cinsin ya da karşı cin olabilir), inanılmaz artist bir şekilde senden sipariş alır ve siparişi kafana atarcasına getirir. Ayrıca tüm bu olan biten "ben senin gibi beş yüz tane adamı cebimden çıkarırım" havası ile yapılır. Sanki adam o biraları bize getirirken bize yapmayı hiç istemediği bir kıyak yapmıştır. Öyle bir eda ile masaya konmuştur ki biralar umarım sadece içine tükürmüştür diye düşünürsün. Bu anlamsız üstten bakışın içinde ne olduğu yıllarca merak etmişimdir. Çünkü eskiden bu havalı garson abla ve abilerin sadece şekilden ibaret olmadıklarını düşünürdüm (artık biliyorum sadece şekilden ibaretler). Anlıyorum ki bir barda çalışıyorsan fiyakalı olmak kadar, yeni yetme ergen arkadaşları da etkin altında bırakmak gerekiyor. Ama bu havalı abi ve ablaların atladığı nokta herkes onlarla flört etmek için orada değil. Bir iki bira içip gideceğiz lütfen hareketlerin ile huzurumuzu kaçırma demek mi gerekiyor acaba? Hmm belki de bunu pek önemsemek gerekiyor, ya da kendini iyi hissettiğin yerde içmeye devam etmek gerekiyor :).

Şurası bir gerçek ki bizim kültürümüzde işten çıktıktan sonra bir bara gidip, eş dost ile sohbet etmek gibi bir şey yok (daha çok meyhaneler var ki o ayrı bir makale konusudur). Hatta bar ve pub kültürünün Taksim'de bile yavaş yavaş oturmaya başladığı söylenebilir. Kendi adıma (biraz da şans eseri olsa gerek) bir şekilde bu kültürü hayatıma sokmayı başardım diyebilirim. Şey tam olarak Tiamat şarkılarındaki gibi olmadı belki (zaten viski'de çok sevmem) ama günün birinde bundan da iyi bir şarkı çıkabilir belki.

Thales



NOT: Geçtiğimiz günlerde Thales yeni mekanı Thales ROOM'u açtı.