Bir black metalcinin röyksopp ile imtihanı

Her ne kadar annemin karnındayken bile black metal dinleyen bir insan olsamda, yeri geliyor başka dünyadan namelere teslim oluyorum. Yani artık bir Nick Cave, bir The Cure ya da bir Tori Amos'a uzaylı muamelesi yapmayı çoktan bıraktım ama Röyksopp'a ne demeli? What Else Is There karanlık atmosferi ile yaradılışımıza yakın bir şarkıydı (nede olsa dertler, kederler bizden sorulur), kabul edilebilir bir istisnaydı ama sonradan gizliden gizliye sevdiğim Only This Moment ne olacak? Birde şimdi üstüne You Don't Have A Clue çıktı. Hemen Watain dinleyerek tövbe etmeliyim!!!

Genel olarak yaptığı işler ile hala tam olarak benimseyebildiğim (benimsiyebileceğim) bir müzik yapmıyor Röyksopp fakat her halde tüm albümlerinde en az bir tane mütemadiyen dinleme ihtiyacı duyduğum şarkıları oluyor(şu an Funeral Mist dinleyerek tövbe ediyorum, affet beni Darkness).

You Don't Have A Clue benim için kesinlikle bu dünyadan olmayan bir şarkı ve dinlediğim her seferinde günlük sıkıntılarım ile arama bir miktar mesafe koymayı başaran bir şarkı. Hatta bir anlığına kendimi başka bir yerde (daha iyi bir yerde) hissetmemi sağlayan bir şarkı. Son günlerde bu ne Watain'in ne de Funeral Mist'in başarabildiği bir şey değil.



Ölümü Kandırmak*

2003 yazıydı. Ankara'dan tek yüküm hayal kırıklıkları ile Bozüyük'teki evimize geri dönmüştüm. Hacettepe'den geçen üç yıldan sonra tekrar üniversite sınavına girmiştim ve henüz teşhisini koymadığımız lanet hastalığım yüzünden yeni denemem bir hüsran olmuştu.

Garip bir şekilde içinde bulunduğum kötü durumu kabullenmeye, okula geri dönmeye ve herşeyi yoluna sokmanın bir yolunu bulmaya gayret ediyordum. Biraz kendime gelip tekrar mücadele etmeye hazırlanmam gerekiyordu. Bu süre zarfında babamın yanında çalışmaya başlamıştım. Peder beyin şantiyelerinde şeflik yapıyor, işler hakkında fikir sahibi oluyordum. Aslında rutine alışmış, keyfim kısmen yerindeydi. Sabahları kalkıyor şantiyeye gidiyor. Akşama kadar işleri bir şekilde yoluna koyuyor sonrada eve dönüyordum. Tüm gece oyun oynuyor ya da arada sırada Eskişehir'e arkadaşların yanına kaçıyordum. Normal koşullarda işkence gibi olan bu yaşam biçimi, yüzleşmek zorunda olduğum problemlerden gönül rahatlığı ile kaçabildiğim güvenli bir yerdi. Henüz o yaz ölümle dans edeceğimi bilmediğimi de düşünürsek kendimi güvenli hissetmem oldukça doğaldı.

Evet farkındayım, ölümle dans etmek biraz havalı bir deyim oldu ve dürüst olmak gerekirse bahsedeceğim üç olayın her halde sadece ilkini bir "ölümle dans" olarak kabul edebiliriz (evet, hastasıyım boyumdan büyük cümleler kurmanın). Neyse efendim böyle bir ruh hali ile günlük rutinlerimi yerine getiriyordum. Günlük rutinlerimin arasında yıllardır bir şekilde çözemediğim araba kullanma işi de vardı. Araba kullanmak benim için biraz problemli idi. Peder bey hiç bir zaman bana araba kullanmayı öğretme gibi bir girişimde bulunmadı. Arkadaş çevremdeki tüm çocuklar araba kullanmayı pazar günkü pikniklerde öğrendi. Ben ise 20 yaşından sonra ehliyet alırken öğrenmek zorunda kaldım. Doğrusunu söylemek gerekirse hiç bir şeyde öğrenmedim. Hatta bana direksiyon sınavından sonra sana ehliyet veriyoruz ama öğrenmeden sakın trafiğe çıkma demişlerdi. Gayet gurur kırıcı bir durumdu. 2003 yazı bir çok açıdan araba kullanma konusunda kendimi geliştirdiğim bir yazdı. Baya baya çözmüştüm işi. Fakat problem şu ki kullandığım şey bir araba değil kamyonetti. Hani şu kamyon yavrusu BMC pikaplar olur ya işte onlardan.

Bir gün Bozüyük'ten İnönü'deki şantiyeye gitmeye karar verdim kendi başıma. Evet çok iyi bir fikir değildi. Ama yolun yarısına kadar hiç de öyle gelmemişti. Yolun yarısında teypte şarkı değiştirirken teyp yere düştü. Teybi geri takayım derken seksen kilometre hızla kontrolü kaybettim. Bir sağa bir sola savrulduktan sonra üst geçit duvarlarından birisine bodoslama çarptım ve araçla birlikte takla attım. Duvara tosladığım anda hayatım gözlerimin önünden falan geçmedi ne yazık ki, zaten pek ölecekmiş gibi hissetmedim. Daha çok peder beye nasıl durumu izah edeceğimizi düşündüm. Aracın tepe taklak olduğu anda durumun düşündüğümden daha farklı bir hale geldiğini anladım. Araçtan çıktığımda (gayet kendim çıktım), kaza olmadan önce uzakta gördüğüm kamyonlar yakınımda durmuşlardı. Üstüm başım kan ve motor yağı olmuştu, gayet satanist içerikli endüstriyel bir black metal grubunun üyesi gibiydim.

Hastaneye gittiğimde ise durum yavaş yavaş trajikomik bir hal almaya başlamıştı. İlk önce üstümü çıkarttılar (kan ve motor yağı yoğunluğundan ötürü), sonrada alnıma dikiş atabilmek için garip bir şekilde saçımı topladılar (gelin başı gibi birşey yaptılar sağolsunlar) ve tüm bunlar olurken tüm akrabalarımız hastaneye beni ziyarete geldiler. Lakin ben ölümü kandırdığım (böyle dediğim zaman kendimi John McClane gibi hissediyorum - Die Hard serisindeki dedektif abimiz) hissine bu absürt durumdan sonra jandarma ifademi alırken vardım. Annem odadan çıktığında ifademi alan memur "olum ne yaptın sen" gibi birşeyler söyleyince, birde üstüne "aracı gördüğümüzde yeminle içine bakmaya cesaret edemedik" dediğinde vay anasını dedim. Tüm bunların üstüne birde bizim emektar BMC'nin hurdaya çıktığını duydum. Ciddi ciddi ölümü kandırmıştım.

Ama ölüm henüz peşimi bırakmamıştı. Tam o günlerde de öss sonuçları açıklanmıştı. Elbette istediğimiz sonucu elde edememiştik. İronik bir şekilde hedeflerim çok büyüktü (boyumdan büyük işler yapmaya kalkma konusunda da çok iddialıyımdır). O yüzden aslında olmaması normaldi. Neyse efendim ben ilk kazanın etkilerini üzerimden çoktan atmış, araba kullanmaya bir süreliğine veda etmiş, günlük şantiye işlerine geri dönmüştüm. Lakin ölüm henüz peşimi bırakmamıştı fakat belli ki onun da şevki kırılmıştı. Zira ikinci denemesi ilkinin yanında çok ucuzdu. Şantiyedeydim ve hafriyatı takip ediyordum. Yaklaşık 3 metre derinliğinde kazı yapıyorduk. Ben kazının hemen kenarında duruyordum. Beko (çalışma makinesi, kocaman bir kepçe gibi birşey) kazısını yaptığımız alanın ortasında duruyordu. Birden bire benim üzerinde durduğum kütle bulunduğu yerden koptu ve aşağıya indi. Ben lan ne oluyor deyinceye kadar kendimi yaklaşık 2 metre aşağıda bulmuştum. İşin ilginç tarafı kopan kütlenin büyük bir bölümü aşağı inene kadar param parça olurken benim üzerinde bulunduğum yaklaşık yarım metre kare büyüklüğündeki alan hala tek parça idi. Hani oda parçalansaydı muhtemelen ölmez sadece kumun altında kalır, sonrada ölmeden mezara konmak başlıklı yazılar yazardım. Ama yine de bu olayı da ölümle dans etmek şeklinde yorumlamıştım (akşamları sürekli oyun oynadığım için sanırım etkisinde kalıyordum oynadığım şeylerin).

Bu ikinci vak'adan sonra ailecek konu hakkında biraz tedirgin hissetmeye başlamıştık. Sonuçta üzerimde garip bir şansızlık (kazalardan ötürü) ve aşırı şanslılık (hepsinden kurtulmamdan ötürü) durumu vardı ve herkes Ankara'ya geri dönüşüm konusunda çok hassastı. Bir gün peder bey geldi ve istersen tercih yap İstanbul'a git dedi. Birden bire yazın tüm havası değişti. İstanbul'a taşınma fikri ile geri dönüp yüzleşmek zorunda kalacağım tüm hisleri terk edebilecektim. Bu muhteşem bir şeydi. Artık günlerim bir işkence değildi ama yine de çok sıkıcıydı.

Ölüm ise hala pes etmemişti ama belki de etse daha iyi olurdu. Zira son denemesi ise diğer iki denemenin yanında cidden çok ucuzdu. Yazın son günleriydi ve kuzenimin oğlu sünnet oluyordu. Hep birlikte evlerinin bahçesinde oturuyor ikram edilen pilavı yiyorduk. Ben şantiyede çalışan emekçi arkadaşlarla oturuyordum (yürü bea!!! patronun emekçi oğluna bak!!!). Elbette çok sıkılıyordum ve hemen eve gidip oyun oynamaya devam etmek istiyordum. Tam o sırada insanları güneşten korumak için pazar yerinden araklanmış gibi duran devasa şemsiye kazıklarından bir tanesi tam oturduğum yerin iki santim arkasına gelecek şekilde devrildi. Evet demiştim diğerleri kadar korkunç ve ölümcül gözüken bir olay değildi. Fakat şemsiyeyi yerden kaldırırken toprakta açtığı boşluğu görünce, ya kafama gelseydi demekten kendimi alamadım. Ölmesem bile kesin sürünürdüm. O yüzdnen bu olayıda ölümle dans etmek olarak kabul ettim ve ben ölümü bir kez daha kandırmıştım.

Sonrasında bu şantiye işlerinden ayrıldım ve İstanbul'a taşındım. İrili ufaklı aksiyonlarım olsa da o heyecanlı hayatı geride bıraktım. Şimdi kendimi tüm günü bilgisayar başında geçirerek yavaş yavaş öldürmeyi tercih ediyorum. Bir ara alkol ya da ona benzer kötü alışkanlıklar sayesinde erken yaşta huzur içinde öleceğimi düşünüyordum. Şimdi pek içkim kumarımda kalmadığı için aksiyondan son derece uzağım. Sanırım ölüm de daha az sıkıcı hayatları tehdit etmeyi tercih ediyor.

* Donnie cheated death

The Mortal Kombat

Sene 1993, daha ilk okuldayım ama o günlerde de acılar kederler yakamı bırakmıyor. Bir yandan anadolu lisesi baskısı diğer yandan anneden babadan gizli ateri salonlarına gitme sevdası.

O günlerde henüz kendime münhasır bir bilgisayarım veyahut bir oyun konsolum yok. Çevrede zaten topu topu birkaç çocukta sega mega drive var, nintendosu olana zaten pek gaz kesmiyorduk (Hele atari'nin hiç değeri yoktu). Amiga ile uğraşan tipler ise genelde bize göre yaşça büyük lavuklardı ve ancak annelerimiz ile onlara misafirliğe gittiğimizde yalvar yakar oturabiliyorduk amiganın başına.

Anlayacağınız koşullar zorluydu. Oyun oynamak için olanak yaratmak gerekiyordu. İşin kötüsü en yakın ateri salonu eve gayet uzaktı. Üstelik ateri salonu ne kadar gereksiz, it kopuk varsa hepsinin bulunduğu bir yerdi (aslında anne ve baba haklıydılar izin vermemekte). Ama aşk böyle birşeydi. Zira Mortal Kombat bir kere dünyamı sallamıştı.

Mortal Kombat bizim taşrada ilk önce lunapark'taki ateri salonuna gelmişti. Bu arada lunapark dediğim yer neredeyse terk edilmiş rezalet bir yerdi. Okula gitmeyen ne kadar çocuk varsa hepsi oradaydı ve i.neler daha o yaşta sigara içiyorlardı. Feci korkunç tiplerdi. Lakin onlara rağmen bir tarafımız üç buçuk ata ata gidiyorduk mekana. İlk önceleri sadece dinazor & cadillac oynamak için gidiyorduk. Zira şahsen Street Fighter pek sevmezdim. Fakat bir gün o manyak makine geldi…

Mortal Kombat konusundaki ilk şaşkınlığımız oyunun grafiklerinin gerçek olmasıydı. O günlerde bu durumu "film gibi oyun", "oyundaki tipler çizgi film gibi değil gerçek film gibi" şeklinde betimliyorduk. Ben dandik pc dergilerinden öğrendiğim kadarı ile sayısal grafikli oyun diyordum hatta (ne demek lan sayısal grafik diye soran bir allahın kulu yoktu). Onun dışında yurdum televizyonlarında ninja furyasının yaşandığı zamanlardı. Bruce Lee, Van Dame, Lorenzo Lamas, Michael Dudikof, Mark Dacascos her gün televizyonda gördüğümüz, örnek aldığımız abilerdi. Mortal Kombat'taki karakterler ise bu tiplerin prototipleri gibiydi. Liu Kang'in Bruce Lee'ye tekabül ettiğinden hepimiz emindik, o konuda bir şüphe yoktu. Ama asıl sıkıntı Johnny Cage'in kim olduğu idi. Bir çoğumuz Van Dame olduğunu düşünüyorduk lakin onun Mark Dacascos olduğunu iddia edenlerde vardı (ilk oyundaki hali cidden çok benziyordu). Ama tüm bunların dışında Mortal Kombat'ı bizim için dünyanın en havalı oyunu yapan şey elbetteki fatality'lerdi. İlk fatality gördüğüm anı hala hatırlarım. Birden ekran karardı, sub-zero sallanan Liu Kang'n kafasını aparkat gibi bir hareketle kopardı, kopan kafadan aşağı omurga sarkıyordu. O ne biçim bir sahneydi, o ne havalı bir oyun sonuydu. Ne yazık ki içimizde fatality yapmayı bilen çok az adam vardı. Genelde oyunu kaybettiğin zaman o da şanslıysan görebiliyordun fatality'i (her zaman yapmıyordu yapay zeka fatality'leri). Bir kere fatality gördükten sonra da haftalarca onu konuşuyorduk. Sonuçta ateri salonunda olmadığımız hemen hemen her an arkadaşlar ile sahip olduğumuz bir tek gündem vardı. Mortal Kombat.

Sonra aradan bir süre daha geçti ve dünyamızı ikinci kez değiştiren bir mevzu oldu. Eskişehir'e büyük, İstanbul standartlarında bir ateri salonu açıldı. Tinerci tiplerden ziyade ailen ile gidebileceğin, peder bey bowling oynarken senin ateri oynayabileceğin ve kimsenin sana hadi oğlum yeter demediği bir yer (benim kafamda böyleydi, lakin gerçek bu değildi). Ama o ateri salonunu özel kılan bambaşka bir şey vardı.

Mortal Kombat 2.

O zamanlar yaşımızda küçük olduğu için herşeyden daha çok etkileniyorduk ama Mortal Kombat 2 hala MK ailesinin en iyi oyunlarından bir tanesidir. Bir kere Scorpion ve Sub-Zero'nun maskelerinin hafif gaz maskesi vari bir şeye dönüşmesi benim için inanılmaz büyüleyiciydi. Zira adamların maskelerini hep o şekilde hayal etmiştim. Sonra renk paleti değişmişti, hareketler çok daha havalı olmuştu. Kintaro'nun sırtındaki Leopar deseni inanılmaz havalıydı. Shang Tsung'u oynayabiliyor olmak çok gazdı. En sonunda Liu Kang'ın düzgün bir fatality'si olmuştu. Oyundaki kız sayısı artmıştı. Herşey muhteşemdi (gözlerim doldu lan).

Oyun o kadar güzeldiki mekanda bulunan bir tek MK 2 makinesinin önünde bir kuyruk bir de kalabalık grubu olurdu. Oyunu onamak isteyenler kuyruğa girer, oyunu izleyecek olanlar kalabalığı oluştururdu. Güzel günlerdi.

Daha sonra (yaklaşık bir yıl sonra) Mortal Kombat 3 çıkmıştı ama o zamanlar bilgisayar oyunları ile daha içli dışlı olduğum bir dönemdi, oyun bende bir MK2 etkisi yaratamamıştı (ha onuda deliler gibi oynamıştım o ayrı). En son oynadığım Mortal Kombat oyunu olan MK4'ü ise ilk oynadığımda değerini anlamamıştım. İşin ilginç yanı geçtiğimiz dört yıl boyunca tayfa ile en çok oynadığımız oyunlardan birisi olmuştur kendileri. Hala hızlı oynanışı ile en çok sevdiğim dövüş oyunudur ve gerekirse hepinizi döverim.

MK4 pc için çıkan son Mortal Kombat oyunuydu. Devamında çıkan oyunların hiç birisini doğru düzgün oynamadım, oynadığım kadarı ile de hiç birini pek sevmedim. Fakat yarın yeni bir Mortal Kombat çıkıyor, üstelik bizi eski günlere götürme iddiası ile çıkıyor. The Mortal Kombat ismi ile piyasaya çıkacak olan serinin son oyununu doğru ya doğru büyük bir heyecan ile bekliyorum. O oyun yüzünden ps3 alacağım hissine kapılmaktan kendimi alıkoyamıyorum (yapacağım sanırım). Oyun içi videolar ve trailerlardan gördüğümüz kadarı ile grafikler çok havalı gözüküyor, kombo yaparken kırılan kemikleri gördüğünüz x-ray modunun oyuna nasıl bir hava katacağını merakla bekliyoruz. Ayrıca +18 fatality'ler geri dönmüş, sevinçliyiz, gururluyuz. Eğer birde oynanış MK4 gibi seri olursa The Mortal Kombat beni çocukluğuma geri götürebilir. Birde eve bir adet arcade MK2 alsam, tam mutfağın yanına koysam, gelen misafirlere jeton satsam, almak istemeyenleri boksör kimliğimle tanıştırsam. Sonuçta boksör (ehi) olup MK hayranı olan birisi ile her zaman uzlaşmak gerekir. Her zaman.

Saffah'ın boks ile imtihanı

Hayatım boyunca hiç bir zaman spor konusunda başarılı ve tutkulu bir adam olmadım. Küçükken bir ara arkadaş çevremin hepsi basketbol kursuna gittikleri için bende gitmiştim. O zamanlar orta okuldaydım ve yazın bizim taşrada yapılabilecek daha iyi hiç bir şey yoktu. Zaten basketbolda da pek bir numaram yoktu. Öylesine gidip geliyorduk demekte istemiyorum, baya baya kondisyon yapmıştım ama dünyaya ismimi basketbolla tanıtacak gibi gözükmüyordum (şimdi hiç bir şey ile tanıtamayacak gibi gözüküyorum). Hatta kurstan sonra yıldız takımına bile girmiştim lakin genelde maçlarda yedek klübesinde vakit geçirirdim (doğruya doğru). Yaşadığımız en ciddi tecrübe ekip olarak şu an neresi olduğunu dahi hatırlamadığım bir şehirde basketbol turnuvasına katılmıştık. Zaten bir maç bile kazanamamıştık. Sonrasında orta okulu bitirince daha değişik mevzulara merak sarıp, arkadaş grubunun da öss için takımdan ayrılmasından güç alıp spor hayatıma son verdim. Benim için çok da zor bir karar olmamıştı.

Daha sonrasında, spor ile alakalı teğet geçmelerim hep "ulan kilo alıyoruz, ulan bizde niye six pack yok" gibi haklı kaygılar doğrultusunda olmuştu. Bir ara ablamın yanında kalırken, onun kondisyon bisikleti ile feci haşır neşir olmuştum. Hatta kendimce efsane bir program uyguluyordum, 15 dakika bisiklete binip sonrasında 30 mekik 15 şınarf gibi bir programım vardı ve bunu 4 set olarak uyguluyordum. Lakin bunu da bir alışkanlık haline getiremiyordum, en fazla bir ay aralıksız yapmışımdır. Arada sırada tekrar gaza gelip mekik çektiğim oluyordu ama hep "yarın spora başlarım arkadaş" hissiyatı sayesinde gönül rahatlığı ile erteliyordum bu küçük sporuda (zaten ömür geçti gitti herşeyi erteleye erteleye). En son yaz başında fitness tarzı bir yere gidip six pack için elimizden geleni yapmaktı niyetimiz ve elbetteki o da yalan olmuştu.

Ama sonra Özgür yanıma taşındı ve herşey değişti. Öncelikle şu konuya açıklık getirmek isterim. İnsanın ev arkadaşı boksör olunca olaylara yaklaşım biçiminiz yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Mesela ben hoşgörüden ve şiddet karşıtlığından daha çok bahseder oldum. Fakat bir yandan da bir kodun mu oturtabiliyor olmanın nasıl şahane bir his olduğunu düşünürken buldum kendimi. Ve nitekim bir süre önce antremanlara başladım. Hocamızın adı Şemsettin. Kendisi en azından 60-70 yaşlarında olup tanıdığım bir çok 40-50 yaş arası insandan genç gözükmekte. Lakin iyi niyetli ve görmüş geçirmiş birisi kendileri. Şemsettin hocadan özellikle bahsetmek istiyorum, zira ilk iki antremanı kendisi ile yaptık ve her ne kadar çok yorulduysakta mekandan ayaklarımızın üstünde çıkmayı başarmıştık. Hatta ben bir kaç hafta içinde sol ile süründürüp sağ ile öldürmeye başlarım diye düşünüyordum. Bunda Şemsettin hocanın fiziğimi boks için çok uygun görmesininde payı vardı sanırım. Yani herşey yolundaydı, fakat sonra İbrahim hoca geldi ve herşey değişti.

İbrahim hoca ile yaptığımız ilk antremandan aklımda kalan şeyler acı, keder, acı, uzuvlarını hissedememe, acı, ölüp kurtulmayı dileme ve acıydı. Şemsettin hoca ne kadar benim ham oluşumu ve sportif olmayışımı anlıyorsa, İbrahim hoca da bunları zerre umursamıyordu. İbrahim hoca ile yaptığımız ısınma haraketleri bile çok acayipti. Adamın gösterdiği hareketi anlayıp yapana kadar adam hareketi değiştiriyor, dinlen dediğinde daha nefes alışımı düzenleyemeden başka ne olduğunu anlamadığım harekete geçiyordu. Isınma hareketleri bittiğinde ısınmayı bırak çoktan yorulmuş hissediyordum oysa daha işin başındayıdık(Adamın ısınma hareketlerini yaptırışı Yiğit Özgür'ün hızlandırılmış ingilizce kursu espirisini hatırlatıyor bana).



Isınma hareketleri bitip iş yumruk atmaya gelince kollarım ile aramda ne kadar kırılgan ve hassas bir ilişki olduğunu hissettim. Boşluğa yumruk atarken bile yorulan ben (atın bakalım boşluğa omuz seviyesinen yirmi yumruk, yaaa nasılmış?) birde eldiven takıp hoca ile egzersiz yapmak durumunda kalınca oracıkta ruhumu alması için allaha dua eder hale geldim. Şemsettin hocanın anlayışlı, hoş görülü hali gitmiş yerine karete kitteki kobra takımının lideri olan manyak adam gelmişti. Sanki yarın ölüm turnuvasına katılacakmışız gibi bir ciddietle hoca yumruk atmamı istiyor, ben attıkça daha hızlı daha sert diyordu. Ben nasıl dercesine hocaya bakışlar atıyor, umutsuzlukla kollarım ile aramdaki mesafeyi düşünüyordum. Hoca antremanı bitirmek için minderleri kapın dediğinde beş on dakika yer egzersizleri yapacaz sonrada gideceğimizi düşünüp mutlu olmuştum. Hocanın kendisi bile sizi çok yordum biraz minderde çalışalım ve gidin demişti. Fakat hiç bir şey gene göründüğü gibi ilerlemedi. Zira minderde ne kadar yapılması zor, adamın annesinden emdiğini burnundan getiren hareket varsa hepsini yapmak durumunda kaldık. Her hareketten sonra bu lütfen son olsun diyordum lakin bir türlü son hareket gelmiyordu. O gün nasıl oldu da antreman bitti ve eve ulaştık hiç birimiz anlamadık.

Fakat İbrahim hocaya rağmen pes etmedik. Halen antremanlara gitmeye devam ediyoruz (benim dördüncü antreman oldu bugün). Dayanabildiğim kadar devam edip, bundan sonra meselelere yaklaşırken hoşgörü odaklı çözümler yerine fiziksel çözümler arayacağım, sol ile süründürüp sağ ile öldüreceğim (tabii İbrahim hocanın ellerinde ölmezsem).

Başka Dünyadan Şarkılar

Her ne kadar metal müziği aşamamış (hehe) bir müzik sever olsamda arada sırada genel müzik zevkimin dışındaki şarkılardan etkilenebiliyorum. Farklı müzik türlerini keşfetmek konusunda hiç bir zaman bir eğilimim olmadı, hatta bir süredir sevdiğim müzik türlerinde yeni şeyler keşfetme çabamda yok. O yüzden başka dünyadan şarkıları derlemek benim için biraz zor oldu. Ama ben yılmadım, derledim (çok mühim birşeymiş gibi).

Massive Attack - Angel


Röyskopp - What Else Is There


Flunk - Six Seven Times


Depeche mode - Precious


Sise - More Shine


Faithless - Why Go?


Fatboy Slim - The Joker

Bir Metalcinin Yolculuğu - 2

Sonisphere'den sonra zaman hızlıca akıp geçmiş, sıra Unirock'a gelmişti. Belki biraz bedava bilet bulmanın şımarıklığından ve birazda Cuma akşamı için daha iyi planlarım olduğundan cuma akşamını pas geçtim.

Aslında bir Behemoth, bir Belphegor görmeyi cidden isterdim. Şahsen Cannibal Corpse'a bir sempatim olmasa da Cannibal Corpse seyreden insanlara duyduğum sempatiden orada olmayı isteyebilirdim. Ama ne olursa olsun saat beş - altı sularında sahne alan bir Belphegor'u izlemek benim için pek mümkün değildi (çalışıyoruz arkadaşım!!!).

Cumartesi günü ise olayların dinamiği hiç de tahmin ettiğim gibi gelişmedi. Herşeyden önce cumartesi gününe mide bulantısı ve ishal ile başladım (bir çeşit rutin diyebilirim buna, uzun hikaye). Bu yüzden saat dörde kadar yataktan çıkamadım. Ben yataktan çıkıp konser alanına gelmeye hazırlanırken bizim çocuklar çoktan Necrophagist'i izlemiş ve konser alanını terk etmişlerdi. Şahsen bizim öküz metalciler ile Amorphis izlemek benim adıma bir işkence olacağı için gitmelerine memnundum ama yine de telefonda biz konserden çıkıyoruz dediklerinde kendilerine küfür etmekten kendimi alamadım.

Sonrada yavaş yavaş evden çıkıp taksi durağına doğru yürümeye başladım. Mide bulantısının yakama yapıştığı zamanlarda bir süre sonra midemin açlıktan mı yoksa sadece bulanıyor olduğu için mi bulandığını anlayamaz hale gelirim. Konser sırasında bu duruma maruz kalmamak için evden çıkarken bir iki parça birşeyler yemiştim. Tam evin yakınındaki taksi durağına on metre kala bu biraz önce yediğim arkadaşlar dışarı çıkmaya karar verdiler. Ne oluyor lan dememle birlikte oracığa kusuverdim çok affedersiniz ve bu sayede bu yaşıma kadar yapmadığım güpe gündüz sokak ortasına kusma eylemini yapmış bulundum. Fakat henüz toplum buna hazır değildi. Zira tüm mahalle ve taksi durağı ayıplayan gözler ile beni izliyorlardı. Bir an durup mahalleye verdiğim zarar için özür dilemek, sarhoş ve pis bir metalci değilim sadece hastayım demek istedim. Lakin diyemedim. Bir iki arabanın yanına daha kusup eve döndüm. Özellikle bir arabanın yanına kusarken sabırla kusmamın bitmesini bekleyen ve sonrada arabasına binip olay yerinden uzaklaşan beyefendiye teşekkürlerimi iletmek istiyorum (ben kusarken sözlü ikazda bulunmadığı için).

Eve gelir gelmez önce elimi yüzümü sonra da ayakkabılarımı yıkadım, zira kusma deneyimim kontrolsüz ve çoşkuluydu. Sonra Amorphis aşkı ile evden çıktım, tam ters yolu takip ettim ve yoldan geçen bir taksiye atladım (durağa gidecek yüzüm yoktu malesef).

Konser alanına geldiğim zaman son bir kez durum kontrolü yaptım. Metalci arkadaşların yanında kusmam çok abes olmazdı, muhtemelen onlar da içtiğim için kustuğumu düşünürlerdi ama ayıplamazlardı. Fakat üstlerine kusarsam işin rengi değişebilirdi, o sebepten içeri girmeden önce durdum düşündüm. Sonra da tamam dedim ve içeri girdim.

Ben içeri girdiğim sırada Dark Funeral sahnedeydi ve ben front house'un orada aklımda milyonlarca soru işaretiyle sahneye bakıyordum. Black Metalciler arasında bir black metalci olarak büyüdüğüm için grubun sahnesini ve performansını merak ediyordum. Fakat bir yandan Ezgi'nin ne zaman konser alanına geleceği, ilerleyen saatlerde tekrar kusma ihtimalimin ne olduğu ve grubun güpe gündüz makyajlı hali ile ne kadar komik olduğunu düşünüyor olmak konsere adapte olmamı zorluyordu. Neyse ki tam o sıra Electrocute gitar vokali, Vengeful Ghoul vokalisti, gönül ve sevda admı Kasap Emre ve Vengeful Ghoul gitaristi, iyilik perisi Senem karşıma çıktılar. Sayelerinde hem Ezgi tek başıma beklemekten kurtuldum hem de mide bulantımı unuttum. Güle oynaya izledik Dark Funeral'ı.

Dark Funeral'a gelirsek. Herşeyden önce bir black metal grubum olsa ve müzikal içeriğim ve yaşayış şeklim corpse paint kaldıracak gibi olsa (burada kastım leş gibi bir insan olmak, mezarlıklarda uyumak, bakire kız kanı içerek yaşamak falan) bende sahnede makyaj yapabilirdim ama bunu ya kapalı mekan konserlerinde ya da gece sahne aldığım konserlerde yapardım. Çünkü ne kadar imajını müziğine yedirebilmiş ve bununla komik durmayan bir grup dahi olsan Küçük Çiftlik Park'ta gündüz vakti sahne aldığında komik görünmemen çok zor. Elbette ki mühim olan müziktir. Ama en az müzikleri kadar imajlarıyla da önce çıkan grupların ilk olarak imajlarıyla eleştirilmesi bence çok doğal.

Satanist topluluğun performansları ise ses sisteminin kötülüğe rağmen bence gayet tatmin ediciydi. Özellikle davul performansı analar ne davulcular doğuruyor dedirtecek cinstendi. Ses sisteminin kötülüğü ise zaten bir Unirock festivali için olmazsa olmaz birşeydir. Hiç şaşırmadım diyebilirim.

Şurada konuya açıklık getirsek iyi olur. Dark Funeral sahneden indikten sonra benim için şakalar espriler ile geçen bir Amorphis'i bekleme süreci başladı ve sahne alan Evergrey ve Gravedigger'ı uzaktan yarım yamalak dinledim hatta dinlemedim. Evergrey sahnedeyken bir ara gerçekten dinlemeyi denedim ama olmayınca olmuyor.

Sonra zaman geçti ve sıra Amorphis'e geldi. Amorphis 1998 yılından beri hayatımda olup, 2004 yılından beri eskisine nazaran daha çok sevdiğim bir topluluk. Bildiğim kadarı ile en son 2003 (ya da bilemedin 2001) yılında bu topraklarda ağırladığımız grubu uzun zamandır bekliyordum. Sahne almalarına az bir vakit kala gayet heyecanlanmıştım. Ayrıca bizim öküz metalciler yerine konseri Ozi, Fatoş ve Ezgi ile seyredecek olduğum için çok mutluydum.

Topluluk konsere son albümün klip çekilen ve bence en iyi şarkısı olan Silver Bride ile başladı. Ve ses sistemi yüzünden keyfim bir kere daha kaçtı. Ama buna rağmen şarkıya odaklanmaya çalıştım. Vokal klavye ve davul eşliğinde bir Silver Bride dinledikten sonra ses biraz toparlandı ama konser boyunca hem ben, hem diğer izleyiciler hem de sayın Esa ve sayın Tomi (gitarist olan Tomi) gitarın sesi konusunda sıkıntılar yaşadık. Tahmin ettiğimiz gibi son üç albüm ağırlıklı çaldılar. Çok sevdiğim Silent Waters, Towards And Against, Sampo, From The Heaven Of My Hearth çaldıkları şarkıların bir kısmıydı. Özellikle Smoke çaldığı sırada çok mutlu olduğumu söyleyebilirim. Ayrıca en çok sevdiğim Tales From The Thousand Lakes şarkısı olan The Castaway çaldıkları için gruba teşekkürlerimi iletiyorum. Doğru düzgün Elegy dinlemişliğim olmadığı için Elegy'den şarkılar çaldıkları sırada seyircinin yaşadığı çoşkuya uzaktan eşlik ettim. Her halde konserden en çok keyif aldığım an ise House of Sleep'i çaldıkları zamandı. İşin üzücü kısmı şu ki hiç kimse şarkıya eşlik etmedi (ben ettim!!!). Sayin Tomi (vokalist olan) beyhude uzattı enteresan mikrofonunu seyirciye doğru.

Konserde en şaşırdığım an ise Alone'u çaldıkları andı. Tomi'nin sesinden Alone dinlemek güzeldi (ama yine de içimden bu şarkıyı bir kere de Pasi'den dinlemek lazım dedim). Hatta bir an Tuonela'dan bir şeylerde çalıp beni ergenliğime geri götürürler mi diye merak ettim. Bir adet The Way fena olmazdı ama çalmadılar, yapacak bir şey yok : P. Konseri Black Winter Day ile bitiren topluluk sahneden boynu bükük ayrıldı diyebilirim. Sayın Tomi'nin sahne yanına gidip vakti sorduğu anlarda inanın benim de gözlerim doldu. Sonra da bastılar gittiler. Bis falan olmadı ki bence bis denilen olayın artık hiç bir samimiyeti yok. Ki seyircide oldukça kötüydü. Yani belki de gruptu seyirciyi gaza getirmesi gereken ve grubunda bunun için aşırı bir caba harcadığını düşünmüyorum ama grup ne yaparsa yapsın dinlediği topluluğun şarkılarını tanımayan bir seyirci kitlesini gaza getirmek zor olsa gerek (eğer ki Korpiklaani değilseniz : ) ). Ki sanırım geçtiğimiz on yıl boyunca hiç bir metal dinleyicisi doğru düzgün albüm almamış, doğru düzgün şarkı dinlememiş. Metallica konserinde bile çevremdeki insanlar Death Magnetic'ten şarkılara yabancılık çekiyorlardı. Kınıyorum Türk dinleyicileri.

Pazar gününe gelince. Öhüm. Pazar günüde konsere katılmadım. Zira ilgimi çeken hiç bir grup yoktu ve yine daha iyi bir Pazar günü planım var gibiydi (sonradan fark ettim çok yanılıyormuşum). Duyduğuma göre Korpiklaani ve Nevermore dinleyenleri mest etmiş. Göremedik nasip değilmiş diyoruz ve bir sonraki konserde görüşmek üzere diyerek bir yazıya daha son noktayı koyuyoruz.

NOT: Bugün Zeytinli Rock Festivali'ne Paradise Lost'tunda geldiğini öğrendim. O halde oradayız efendim.

Bir Metalcinin Yolculuğu - 1

Küçük yaştan beri metal dinleyen ve bir çok talihli akranımız gibi belli bir yaştan sonra metal müziği aşamayan birisi olarak (bu aralar last.fm üzerinden jazz radyosu dinliyorum, belki de çok yakında aşarım) geçtiğimiz iki haftayı büyük bir heyecan ile geçirdim diyebilirmiyim? Sanırım diyemem.

Neredeyse 2010'un ilk aylarından beri Unirock ve Sonisphere festivallerinin heyecanını hissediyor olmama karşın, sabırla beklediğim bu iki festivalin ikisi de festivalden ziyade sadece birer konser gibi geçirdim. Bilmiyorum belki gereğinden fazla içtik (gerektiğinde çok içerim), belki konserleri izlediğimiz yerler yanlıştı ya da sadece içimizdeki konser canavarına bir şeyler oldu.

Sonisphere ile başlayalım (Unirock ile devam edeceğim bir ara). Cuma akşamı başlayan festivale, festivalden önceki son haftaya kadar sadece Pazar günü Metallica izlemeye gidecek şekilde ayarlamıştım kendimi. Son anda sevgili Şahin sayesinde Rammstein izleme fırsatı buldum. Sadece Rammstein diyorum, zira aynı gün çıkan diğer grupların neredeyse hiç birinden haberim olmamak ile birlikte, haberim olsaydı bile Cuma günleri bir çok insan gibi çalışıyor olduğum için sadece Rammstein'i izleme şansım vardı, nitekim kullandım o şansımı.

Bazen insanlar konser izlenmez dinlenir der. Her ne kadar böyle bir cümle duymak içindeki o itici ukalalık yüzünden insanı rahatsız etse de doğruluk payı var o sözün. Fakat konu Rammstein olunca kesinlikle izlemek doğru kelime. Geçtiğimiz onca yıl içerisinde içimdeki o vahşi metalci törpülendikçe, gittiğim konserlerde grup çalarkan manyak gibi kafa sallamak yerine (salladığım zaman manyak gibi sallarım) grubu çalarken seyretmeyi tercih eder oldum. Bu yüzden Rammstein'i dinlerken muhtemelen her koşulda sahneyi izleyecektim, her şarkıda ayrı bir şov yapsalarda yapmasalarda. Fakat sahneye gayet uzak bir yerde bulunduğumuz için(sahnedeki adamları neredeyse göremiyorduk, zaten Metallica çıktığında da evden televizyon seyreder gibi dev ekranları izledik) ve aslında adamların şovları olmadığı zaman izlemeye değer bir performansları da olmadığı için (bence diyorum arkadaşlar aman diyim), konserin sonuna kadar orada bulunmamın tek sebebi bir sonraki şarkıda olacakları da izleme isteğiydi.

Bu çok uzun cümleden ve herkesin her yerde söylediklerinden anlaşılacağı üzere Rammstein'ın sahne şovu kesinlikle görülmeye değer ve muazzamdı. Olayı müzikten bağımsız, bir sirk, bir özel efekt gösterisi olarak değerlendirebilirsiniz. Problem değil, bu şovun genelin tüm öğeleri ile birlikte muazzam olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bir sürü akılda kalıcı şey yaptı adamlar. Her şarkıda ayrı bir numara vardı. Pussy çalarken sahne önündeki tüm seyircilerin atmığa bulanması (hehe) ve birden tüm konser alanını garip bir coşkuya kapılması (ehi) her halde şovun en sansasyonel anıydı. Kendi adıma en etkileyici bulduğum gösteri ise davulun kik darbeleri ile senkronize olarak havada patlayan fişeklerdi. Kik sesine karışan patlama sesleri hala kulağımda. Fakat konserde en çok mutlu olduğum an yeşil ışıklar ve sahnenin üzerinde gezen dolunay eşliğinde dinlediğim/izlediğim/eşlik ettiğim sonne'yi çaldıkları andı (bu arada du hast sırasında Türk seyirciler olarak metronomu kaçırdığımız için hala çok mahcup hissediyorum kendimi, kusura bakma Rammstein).

Cumartesi günü ise… eee… şey cumartesi günü konsere gitmedik. Zira cumartesi günü izlemeyi istediğimiz, merak ettiğimiz, sevdiğimiz hiç bir grup yoktu sahnede. Ama sağda solda dolaşan Manovar videosunu bende seyrettim ve eğer bende orada olsaydım kim için geldiniz diye sorduğunda bende Manovar derdim (hatta adamın Türkçe konuşmasından sonra ne zaman "kim için geldiniz" diye sorulsa Manovar diye bağırır hale gelirdim). Peki cumartesi günü konsere gelmeyip ne yaptım? Şahin'e yarım saatte hallederiz dediğim işi bitirmek için (Şahin ve Özgür'ü de rehin alarak) on saat kod yazdım (pek de beceremedim, ama Özgür sağolsun hallettik bir şekilde).

Pazar günü ise Metallica aşkı ile kalktık yataktan diyeceğim ama aslına bakarsanız Cumartesi günü gene baya içtiğimiz için (sanki konserdeymişcesine) bitkinlik ve sıkkınlık ile kalktık yataktan. Pazar günün önemi büyüktü big four izleyecektik, ama diğer yandan pazar günü tedirgindi. Çünkü diğer iki gün için hepimizin (üç kişiydik) bileti vardı fakat Pazar günü için hepimiz farklı yerlerdeydik (Ben tribün, Özgür saha içi, Şahin saha dışı). Herşeyden önce bu problemi çözmemiz gerekiyordu. Benim biletim saha içine nazaran pahallı bir bilet olduğundan ötürü saha içine girmemin bir problem olmayacağını düşünüyordum (oldu nitekim). Fakat Şahin'in durumu oldukça kritikti. Kendisine VIP'de konser sözü veren arkadaşı tarafından da altıncı yola salınmıştı. Saat hızla ilerliyordu ve radikal kararlar almak üzereydik (konseri Şahinsiz izlemek gibi). Tam o sırada aklımıza Oktay'ı aramak geldi. Kendisi görevli olmadığı halde görevli bilekliği ile inönüde her deliğe girip çıkan bir arkadaştı. Bize yardım etse etse o ederdi. Etti de gerçekten. Yanında getirdiği diğer bileklik ile Şahini içeri soktu fakat bu seferde bir diğer sorun baş gösterdi. Beni saha içine sokmuyorlardı. Kapı önünde Özgür ile birlikte olaya bir çözüm bulma çabası ile yetkililerle konuşuyorduk. Tam o sırada siyah bileklikleri ile Şahin ve Oktay kapıdan geçtiler, Oktay'a lan beni de alın derken, Özgür'de hadi Emrah görüşürüz diyerekten içeri girdi ve ben ne olduğu anlamadan tek başıma kapalı Tribüne yürürken buldum kendimi. Ulan bumu kardeşlik, bumu arkadaşlık diyerek ve her türlü abi öğrenciyiz, çözelim şu durumu diyalogları ile duruma çare arayarak ve bulamayarak kapalıda yerimi aldım. Önce sakin ve soğuk kanlı bir şekilde Megadeth'i dinlemeye çalıştım (Antrax'ı kaçırmıştık malesef, ehi). Lakin hem ses sistemi çok kötüydü hem de Megadeth'i pek sevmezdim (hala sevmem). Pes etmemem gerektiğini düşündüm ve saha içindi arkadaşla "Gelin Alın Lan Beni" başlıklı mesajlar attım ve kapalıdan saha içine inilen yere geldim. Buradaki görevli arkadaşlara da bir takım "uzaktan arkadaşlar ile geldim, izin verin onlar ile izleyeyim, hem benim biletim daha pahallı" demeçleri verdim. Öğrenciyim bile dedim. Görevli arkadaşları buradan kutluyorum nuh dediler peygamber demediler. Fakat o sırada mesajlarıma kulak veren arkadaşlar ufukta göründüler ve siyah bileklikli Oktay beni içeri sokmak için kapıya geldi. Fakat görevli arkadaşlar Oktay'ın siyah bilekliğine bile gaz kesmediler. Son çırpınışlarımızı yaparken saha içi bileti getirin içeri sokalım dediler. Oktay hemen gitti Özgür'ün biletini kaptı ve mutlu sona ulaştık. Artık saha içindeydim ve kafamın güzel olmasının getirdiği bir rehavet ile hayat nelere kadir diyordum. Tam o sırada ne olduğunu anlamadan etraftan üzerimize Unirock kombine biletleri yağmaya başladı. Yanımızdan geçen her eleman Unirock bileti istermisiniz diye soruyordu. Her birinden ikişer üçer Unirock bileti topladık.

Burada sanırım durmak ve bu olayı kınamak gerek. Kendi adıma Unirock'ı bedava seyrettiğim için mutluyum. Hatta bedava biletlerimin hepsini de birilerine vererek, insanların konseri seyretmelerine yardım edebildiğim için de mutluyum (ne kadar kolay mutlu oluyorum lan). Fakat ne olursa olsun biletlerin hoyratça dağıtılması, Unirock biletlerini aylar öncesinden alan insanları keriz yerine koymaktır. İnsanlar bunu ne düşünerek yaptılar bilemiyorum ama bundan sonra her hangi bir Unirock konseri için bilet satabileceklerini düşünüyorlarsa çok yanılıyorlar (muhtemelen aynı tayfa başka bir isim altında konserler düzenler önümüzdeki yıl ve gene aynı şeyler olur).

Neyse efendim, Sonisphere geri dönersek artık saha içindeydim ve garip duygular içinde slayer'i bekliyordum. Adamların sahneye çıkmasına az bir vakit kala elimizden geldiğince sahne önüne doğru yol aldık (baya yürüdük) fakat yine de (Özgür'ün Slayer sahneden inerken söylediği gibi) bir Slayer konserini daha Slayer'ı göremeden izledik (herkesin mi boyu bir seksenden uzun arkadaşım). Sıra Metallica'ya geldiğinde ise heyecanımızı iyice kaybetmiştik ve grubu arkadan sakin sakin izlemek istiyorduk.

Burada gönül rahatlığı ile Metallica üzdü bizi diyebilirim. Şunu hala söylerim Metallica yarın gelecek olsa gene biletimi alır o konsere giderim (hatta bu sefer daha iyi bir yerden bilet alırım). Fakat yine de adamların geçtiğimiz beş yıldır her konsere neredeyse aynı playlist ile çıkmalarına tepkiliyim. On yılda bir geldikleri zaman bu insana çok batmıyor ama her Fade To Black sırasında James!in seyircilere aynı Do You Feel What I Feel sorusunu sorması insanda karışık hisler yaratıyor (Evet James bende senin şu anda yaptığının pek samimi olmadığını hissediyorum). Metallica'ının son zamanlarda verdiği tüm konserlerde Fade To Black sırasında aynı haltın olduğunu bilmek insanı ister istemez kıllandırıyor. Tamam olay bir şov eninde sonunda, ama orada James "We are family" dediği zaman insan biraz daha samimiyet hissetmek istiyor (keşke sende bizi, bizim seni sevdiğimiz kadar sevsen Metallica, ehi).

Yine de seyrettik Metallica'yı, belki biraz ödev gibi oldu son şarkılarda, adamlar sahneden inmeden gitmek olmaz dedik (gene de bisten sonra ki ilk şarkı da çıktık konserden). Kendi adıma Fuel çaldıkları zaman çok sevindim diyebilirim. Sanırım bir kaç tane daha son zamanlarda pek çalmadıkları şarkılardan çalsalardı konser çok daha özel (samimi?) bir konser olurdu (Fixxxer çalsaydılar hayatımın konseri olurdu). Lakin çalmadılar ve bizlerde başımız öne eğik evin yolunu tuttuk. Heyecanla beklediğimiz konserden, boynumuz bükük ayrıldık (yakıştımı bu sana Metallica?!).

Çıkan Kısmın Özeti

Off gene çok uzun zaman oldu. Bu kadar büyük bir ara vermek niyetinde değildim ama bir şekilde hep önceliklerim burayı es geçmemi sağladı. Genelde böyle şeyleri kendime kötü davrandığım zamanlar yaparım, atlanmaması gereken şeyleri kendime kötü davrandığım zamanlar atlarım. Şunu dürüstçe söyleyebilirim ki 30 Marttan beri olan şey tam olarak bu değil. Ama ne yazık ki olan şey bunun tam tersi de değil. Neyse ki konumuz bu değil ama daha da kötü olan şey ise konunun ne olduğu henüz belli değil.

Burasının dışında yazı yazdığım yerlerde genelde konu bulmak gibi bir derdim yoktur. Anlatacağım şeylerin odak noktaları buradaki kadar elle ve özenle seçilmemiştir. Buranın farkı buydu ve bugünden sonrada öyle olmasını dilerim. Fakat bu gece bu talihe sahip değilim. Diğer yandan yakamı bırakmayan bir yazma dürtüsü var (eskiden olsa istek derdim, eskiden çok sık olurdu böyle şeyler) ve onu daha fazla görmezden gelemiyorum. Genelde böyle konusuz gecelerde, nöronlarımın standart olarak ürettiği karamsarlık (birazda alkolün yardımı ile) rotamı belirler. Fakat yazmak için başına oturduğum platform burası olunca, kendimi kötümserliğin güvenilir kollarına da bırakamıyorum.

Anılara geri döndüğüm zaman ise daha absürt bir portre ile karşılaşıyorum. Elbette yaşadığım bir sürü anlatılmaya değer anı vardır (eğer yoksa bile şu anda bunu itiraf edecek durumda değilim, hala enteresan sayılabilecek bir hayatım olduğunu düşünüyorum, kısmen) lakin şu sıralar bir çoğu aklıma gelmiyor. İster istemez günün üzerimizde bıraktığı ağırlık anılarımız üzerinde de etkisini gösteriyor. Ama ben tutupta hareketli kitaplardan, kurumsal reikiden ya da ileri düzey seo tekniklerinden bahsetmek istemiyorum (ileri düzey seo tekniklerini öğrendiğim zaman belki bahsederim :P ). Belki biraz requirement engineering'den bahsedebilirim (bak bu cidden anlatmaya değer bir konu) ama şu an için ikinci kadehi bitirmek üzereyim ve üçüncü kadeh de gelecek gibi görünüyor, evet şartlar buna kesinlikle uygun değil. Peki 30 Mart ile 24 Haziran arasında hiç mi bir şey olmadı?

Yani dertler, kederler, mesailer, dersler, ödevler ve üzerine nereden nasıl bindiğini bilmediğin sorumluluklar dışında hiç mi bir şey olmadı? Biraz düşünelim, olaysız bir 1 Mayıs'ta Taksim Meydanında işçi bayramını kutlamıştık, güney kampüste alkolü fazla kaçırıp eş dost bir birimizin üzerine yürümüştük (eş dost bir birimizin üzerine yürümek bizde ata sporudur), sonra john Malkovich'i sahnede izlemiştik. Ve sanıyorum o gece sıkıntıdan ölmediysem her halde sıkıntıdan ölme konusunda daha fazla endişelenmeme gerek yok. Evet her geçen gün biraz daha sıkıcılaşan hayatımda aradığım cevap kesinlikle operada değilmiş onu çok sert bir dersle öğrendim, John Malkovich ve bir sürü meşhur insan (bir sürü ünlü insan gördük o gece) dahi hafifletemedi dersin üzerimdeki ağırlığını. Başka da bir şey gelmiyor aklıma.

İçsel yolcuğumuzun (yürü bea!!!) dışında kalan alanda çok da enteresan bir şeyin olmayışı da gösteriyor ki geçtiğimiz süre boyunca hayatımda iş ve okuldan başka pek bir şey olmamış (herşeyi de buraya yazamıyoruz, ama yazmadıklarımızda da çok enteresan bir şey yok). Peki okul ve işten ibaretleşen dünyamda olaylar nasıl gelişti?

Öncelikle okulun bu dönemini de kazasız belasız atlattık ve bu konu hakkında endişelenmeyi bir sonraki döneme kadar erteliyorum (bu muhteşem bir şey).  İş konusunda da halen kovulmamış olmanın getirdiği rahatlıkla idare ettiğimi söyleyebilirim. Performanstaki negatif ivmelerin anında kovulmaya dönüştüğü bir sektörde çalıştığım için (reklam sektörü ve hayır, reklamcı değilim) işin stresinin normalde olandan daha fazla olduğunu düşünüyorum. Şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim, bir önceki iş yerimde çok çalıştığımı düşünyordum. Sanırım biraz da çok çalıştığımı düşünmek istiyordum (kim bilir bunun altında da ne biçim hastalıklı düşünceler vardır). Şu an ise o zaman ki çok çalışma standartlarım ile şimdiki standartlarım arasında ciddi bir uçurum görüyorum. Bak şunu öğrenmek çok enteresandı; insan keyif aldığı ve mutlu olduğu bir işte çalışırken fazla mesaiyi bir işkence edası ile yaşamıyormuş. Ama bu seferde huzuru kaçıran yarın ne olacağının belirsizliğiymiş. Üstüne üstlük yarın ne olursa olsun bir sonraki günü hiç bir şey garantilemiyormuş (acı bir dersti bunu öğrenmek).

Şu günlerde yüreğime su serpen şey ise yazın gelmesi ile okulların kapanması ve haziran sonu ile birlikte reklam sektörünün durulması. Yani gene çok enteresan şeyler yaşabileceğimi sanmıyorum ama en azından iş ve okul dışında birşeyler yaşabileceğim bir zamanım olacak. Muhtemelen onu da oyun oynayarak ve ya kelebek avlayarak (ehi) geçiririm. Olsun ya eski anılardan bir şeyler ayıklarım ya da yazmaya değer bir oyun oynarsam onu yazarım.

Müziksiz Bir Hayat Hatadır

Hayatımızda müziğin yeri kesinlikle tartışmaya değer bir konu. Müzik aslına bakarsanız bir iletişim aracı. Müzik aslında toplumsal hafıza demek. Eskiden insanlar yaşadıkları trajedileri, aşkları, mutlulukları ya da anlatmaya değer ne varsa onu şarkılar ile sonraki nesillere aktarırmış. Geçtiğimiz bir kaç ay önce Çetin'den duymuştum, günümüzün muhalif filozoflarından birine göre insanların bir araya geldiğinde şarkı söyleyerek, müzik yaparak vakit geçirmemeleri toplumsal iletişimsizliğin ve toplumsal çöküşün çok büyük bir göstergesiymiş. Düşününce kulağa çok doğru geliyor. Çoğu zaman ne hissettiğini bir birine doğru ifade edemeyen bir toplum olarak (tüm dünya toplumları olarak), hüzünlendiğimiz bir şarkıda hep birlikte göz yaşlarına boğulabiliriz. Çok mutsuzum dostum diyemezken o şarkıyı dinlerken verdiğimiz tepki ile kim olduğumuzu belli edebiliriz. Zira kim olduğumuz karakterimiz kadar hislerimiz ile de alakalıdır.

Hayatımda dışarı çıkıp cidden çok eğlendim dediğim anlar hep birileri ile canlı müzik dinlemeye (konserlerde durum daha farklıdır, sevdiğin grubu izlemek eğlenmek değildir, o ibadettir) ya da karaokeye gittiğim zamanlardır. Stüdyoya gitmek ise çoğu zaman kendimi en iyi ifade edebileceğim anlardır, edebildiğim diyemiyorum, hissetmediğin bir şarkıyı söylerken kendini ifade edemezsin (bu konuda son günlerde çok şanslı olduğumu düşünüyorum). Fakat tüm bunlara rağmen kendi dinlediğim müziğinde yavaş yavaş değerini düşürdüğümü biliyorum.

Herşeyden önce kitlesel olarak müzik dinlemenin bir eylem olduğunu unuttuğumuzu görüyorum. Müzik çoğu zaman birşeyler yaparken arkada çalan bir şey haline geldi. Yıllardır taşınabilir müzik çalarlar ile yaşayan birisi olarak uzun otobüs yolculukları benim için müzik dinleyebildiğim en iyi yerdir(camdan dışarı bakarak, notaların arasında kaybolarak), zira evde müzik dinlemek artık çok zor birşey benim içinde. Bunda herşeyin inanılmaz hızlandığı ve hiç bir şeye vakit bulamadığımız metropol hayatının da inanılmaz büyük bir etkisi var. İş için öğrenmem gereken bir sürü yeni disiplin varken, okulda vizeler yaklaşıyorken, kendimi ifade etmek ve zenginleştirmek (yürü be cihangir çocuğu, kim tutar seni) gibi kaygılarla boğuşuyorken bir saat oturup sadece müzik dinlemek için vakit ayırmak çok zor. Bu kendimde gördüğüm bir ayıp, büyük bir eksik. Hayatındaki en büyük estetik değeri müzikte bulmuş birisi olarak yaptığımın dine küfür olduğunun farkındayım ve bunun için yanmam gereken cehennemde yanıp günahlarımı affettireceğime inanıyorum. Zira başka türlü hayatta kalamayacağımı gayet iyi biliyorum.

Elbette müzikle ilgili sıkıntı sadece dinleme biçimlerinin, refleks eylemlere dönüşmesi değil. Müzik kültürü giderek daha da bireysel bir deneyime dönüşmeye başladı. Müzik seti gibi birşey zaten artık satılmıyor ve bildiğim kadarı ile kimse cd almıyor. Şahsen müzik endüstrisini zerre umursamayan ve tüm sanatçılar aç kalsa bile müziğin hayatta kalacağına inanan birisi olarak, mp3'ün, internetin ve gelişen teknolojiler sayesinde insanların kendi evlerinde yaptıkları, kaydettikleri ve yayınladıkları müziklerin başımıza gelen en güzel şeyler olduklarını düşünüyorum. Fakat diğer taraftan bir müzik mağazasına gidip (DNR'dan bahsetmiyoruz elbette), orada çalışan arkadaşın senin müzik zevkine göre karşına çıkardığı albümleri dinlemenin tadının bambaşka olduğunu düşünüyorum.

Mesela daha yeni yetme bir metalci iken Eskişehir'deki DJ Clup'da Hakan Abi ve Oğuz'un yanında saatlerce süren müzik muhabbetlerini asla unutamam. Özellikle Oğuz'un önerileri sayesinde black metal konusunda ufkumu oldukça genişletmiştim. Her cumartesi dershane çıkışı soluğu DJ Clup'da alırdım ve bir albüm almadan orayı terk etmezdim. İlk başlarda albüm kapakları hoşuma giden albümleri alıyordum. Marduk - Panzer Division Marduk ile Immortal - At The Heart Of Winter bu şekilde alıp pişman olmadığım albümlerdi, Motorhead - Snake Bite Love ise bu şekilde albüm almama son veren albümdü. Sonrasında Non-Serviam kritikleri ve Oğuz'un tavsiyeleri ile albüm alır olmuştum.

Sonra Ankara günleri başladığında şans eseri Zıt (yoksa Zıd'mıydı) müziği bulmuştum. Okan ve Tolga abinin cd sattıkları muazzam mağaza. Aynı tayfa daha sonra Zor adında muazzam bir dergi de çıkarmıştı ama ne yazık ki yayın hayatlarına son vermek zorunda kaldılar. Halen açıklarmıdır, yeni yetme metalciler hala onların yanına uğrayıp müzik zevklerini geliştiriyorlarmıdır bilemiyorum ama Tolga abi ile yaptığımız müzik muhabbetlerinin tadı hala damağımdadır (umarım mağazaları hala açıktır).

Aslında bu tarz mağazalarda asıl olan müzik muhabbeti ile birlikte var olan dostluktu çoğu zaman. Hem DJ Clup'da hem de Zıt (valla doğrusu Zıd ise çok üzgünüm) Müzik'te sadece müzikten çok daha fazlası vardı. Oradaki insanlar cebindeki paranın o sırada deli gibi istediğin cd'ye yetmediği zamanlar al sonra verirsin diyebilen insanlardı, onlar paran olunca gel demezlerdi, zira o albüm olmadan oradan çıkarsan hissedeceğin acıyı anlarlardı. Mesela DJ Clup'da Hakan abinin Metallica S & M için param yetişmeyince üstü benden olsun deyişini hala unutamam, ya da Tolga abinin Katatonia'dan Last Fair Deal Gone Down'u almaya param yetişmeyince sonra verirsin deyişini.

O günlerde müzik keşfedilmesi gereken büyük ve el değmemiş bir kıta gibiydi. Hiç bir şeyden haberin yok ve her çalılığın arkasında büyük bir hazine, büyük bir gizem. O mağazalardaki iyi kalpli abiler ise sahip olduğumuz pusulalardı. En büyük hatamız ise müziği öğrendiğimizi düşünmek oldu. Artık yeni çıkan bir black metal albümü beni heyecanlandırmıyorsa bu sözüm ona artık bu müziği aştığım anlamına gelmiyor. Bu artık hayattan zevk aldığım birşeyi kaybettiğim anlamına geliyor. Çünkü yeni bir black metal albümüne heyecanlanmadığım gibi başka bir albüme de heyecanlanmıyorum. Hani yemekten anlayıp hiç bir yemeği beğenmeyen birisi olmaktansa, yemekten anlamasam bile her yemekten zevk alan birisi olmak gibi birşey aslında bahsettiğim şey.

Şimdilerde müzik dinlemek, müziği anlamak ve müziği bir iletişim aracı olarak kullanmak üzerine uzun uzun düşünmek istiyorum. Hayatımızda zaten var olan ve oturmuş bir şey olduğunu düşündüğümüz şeyler, genelde en büyük hataları yaptığımız yerlerdir. Ben müzik konusunda hata yapmak istemiyorum, tekrar müziği eskisi kadar heyecanlı ve özenli dinlemek, gerektiğinde dostlar ile birlikte şarkı söylemek, güzel bir melodi duyduğumda mutlu olmak ve gittiğim müzik mağazasındaki arkadaşın önerilerini ciddiye almak istiyorum.



* Evet biliyorum, Nietzsche'ye böyle bir gönderme yapmak çok klişe.

Taksi

Büyük şehirde doğup büyüyen birisi olmadığım için taksiler hayatıma 18 yaşımdan sonra girdi (büyüdüğüm taşrada en uzak iki noktaya yarım saat içinde yürüyebiliyordunuz, ama dolmuşlarda vardı). Özellikle bar programı yaptığımız zamanlar (Bir insanlık ayıbı - gore ve ötesi) mecbur taksi ile dönüyorduk grup halinde Mecidiyeköy'deki karargahımıza. Bin bir türlü taksiciyle karşılaşıyorduk. Çoğu zaman beş para etmez, rezalet muhabbetlere katlanmak zorunda kalırken bazen de doğru ya da yalan, anlatmaya değer güzel hikayeler dinliyorduk.

Mesela hiç unutmadığım hikayelerden bir tanesini yorgun bir taksici abimiz anlatmıştı. Sanırım taksiye Şahin ve ben binmiştik (üçüncü bir arkadaşda vardı galiba ama kim olduğunu hatırlamıyorum). Taksici abimiz kırklı yaşlarda, saçlarına ve bıyıklarına aklar düşmüş, zayıf ve yorgun bir abimizdi. Yorgunluğunu daha çok ses tonu hissettiriyordu. O ses tonunu ilk duyduğumda daha çok kendisini olgun ve babacan birisi olarak düşünmüştüm ama şimdi yorgunluğun tonu olduğunu düşünüyorum o tonun. Muhabbet nasıl oraya vardı bilemiyorum, sanırım okuldan, hayattan bahsediyorduk. Üniversitede okuyan, cumartesi gecelerini taksimde geçiren tiplerdik. Gelecek kaygılarımız elbette vardı (hala var) ama o sırada takside bunlar pek belli olmuyordu. Belki bu yüzden taksici abimiz bir an hayatlarımıza imrenip söyleme ihtiyacı duydu, o bizim yaşlarımızda beyaz ölüm ile tanışmıştı. Ben naif bir şekilde bir hastalıktan bahsediyor sandım ilk anda. Daha sonrasında anladım eroin bağımlılığından bahsettiğini. Devam etmişti abi anlatmaya hikayesini.Bizim yaşlarımızda iken bir kıza aşık olmuş taksimde. Kız çok yakın arkadaşı olduğunu söylediği bir adam ile eroin satıyormuş ve bizim güzel abimizi eroine alıştırmış. Bu üçü böyle ite kaka, kafaları güzel yaşıyorlarmış. Fakat bir gün kızın çok yakın arkadaşı olan adam bir cinayet işlemiş ve suçu bizim güzel abimize atmış sonra da kızla birlikte ortadan kaybolmuş. Abi ne olduğunu anlamadan hapse düşmüş ve yılları orada geçmiş. Dediğim gibi hayatım boyunca bir sürü taksici muhabbeti dinlemişimdir. Hatta bir çok sözde kabadayıdan hayatta neler gördük biz vaazları da dinlemişimdir, hepsi kibirlerinden kendilerini parçalayacak gibiydiler. Çoğu zamanda zerre saygı uyandıramadılar bende. Çoğu sanki yaşadıkları onca kötü şeyden hiç bir sonuç çıkarmamış gibi görünüyordu (şiddet, sapkınlık, suç) ve sanki bu hikayeyi bana anlatmalarının tek sebebi beni korkutmak istemeleri gibiydi (çoğu zaman işe yaramıştı). Ama bu abide değişik bir şey vardı. Sesi tonu hikayeye samimi bir hüzün katıyordu, ağdalı bir duygu yoğunluğu değil, gerçekçi bir hüzün. Mafya dizilerinden fırlama sokak aksanı ile konuşmuyordu güzel abim, yüksek vurguları, sert küfürleri yoktu. Tane tane, ağır ağır ve İstanbul aksanı ile konuşuyordu. Taksiden inerken abiye umarım bundan sonra herşey gönlünce olur demiştik ve bunu içten söylemiştik, abi de bunu fark etmişti, bize iyi akşamlar derken gülümsüyordu.

Son günlerde ise iki vak'a haricinde taksilerde yaşadığım pek ilginç bir şey olmadığını gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Ya çok taksi kullanmıyorum eskisi kadar ya da sohbet etmekten kaçınıyorum ki sanırım ikisi de doğru sayılır. Son günlerde başıma gelen iki vak'adan ilki yaklaşık dört hafta önce başıma geldi. İş görüşmesi için apar topar evden çıkmıştım. Gayrettepe'de neresi olduğunu bilmediğim dolayısı ile metro ile gitmekle riske atamayacağım bir yere gidiyordum. Çok vaktimde kalmamıştı. Kazancı yokuşunun oralardaki taksi durağından bir taksiye binmeye karar vermiştim. Lakin taksi durağı boştu, yoldan geçen ilk taksiye bindim.

Taksici abi oldukça mistik birisiydi (bundan sonra kendisine mistik taksici diyeceğim). Arabaya binip adresi kabaca tarif edip biliyormusun abi dediğimde bilmiyorum ama buluruz demişti. Genelde bilmiyorum ama buluruz diyen bir taksici, çok güzel bir taksimetrem var denemek istermisin der gibi gelir bana (bu sefer yanılmışım, mistik taksici kesinlikle beni kazıklamaya çalışmadı). Tedirgin bir şekilde peki abi dedim. Benim peki dememle birlikte mistik taksici iş görüşmesine mi diye sordu. Evet dedim ama buna şaşırmam gerekip gerekmediğini bilemedim. Üzerimde takım elbisemin ceketi, altımda düz siyah bir kot vardı. Yanımda taşıdığım notebook çantası ile birlikte ne çok kurumsal ne de çok öğrenci gibi durmuyordum ama yine de imkansız bir tahmin de değildi. Ben daha ne düşünmem gerektiğine karar vermeden mistik taksici devam etti. Dedi ki kendisi yetim ve öksüzmüş tıpkı Peygamber gibi. Ve dedi ki yetim ve öksüz olanların 6. hisleri çok güçlü olurmuş. Mistik taksici yol boyunca bana gittiğim iş görüşmesinin sonucunda o işe gireceğimi söyledi. Arabadan inerken sıkı sıkıya tembihledi, eğer bu işe girersen bahset benden dedi. Ve evet adamın dediği oldu, görüştüğüm işe girdim. Şahsen bu olaydan mistik bir sonuç çıkarmadım, son on yıldır çevremde olup bitenlerden böyle sonuçlar çıkarmıyorum ama adamın benden istediği şeyi yapmaya gayret gösteriyorum. İş konusunun açıldığı her yerde bu olayı anlatıyorum ve sanırım burada da bundan bahsederek üzerime düşen göreve karşı sorumsuz olmadığımı göstermiş bulunuyorum.

Bu geceki son taksici hikayemize muhteşem bir korku hikayesi diyebiliriz. Pazar günleri bizim stüdyo günlerimizdir ve genelde davulcumuz Seyit stüdyo öncesi bize gelir ve bir iki kadeh birşeyler içip öyle gideriz provaya. Geçtiğimiz pazarda herşey bu şekilde gelişmişti. Sanırım sadece içme eylemini normalde yaptığımızdan biraz daha uzun tutmuştuk. Zira taksiye bindiğimizde kafalarımız gayet güzeldi. Fakat yine de ilk başta herşey normaldi. Duraktan bindiğimiz taksici, aşırı bir muhabbet ile keyfimizi kaçırmayacak gibi görünüyordu. Ben önde oturuyordum ve arkama dönük bir vaziyette Seyit'in ofis maceralarını dinliyordum. Fakat birden bire fevri bir manevra ile önümüze kıran kamyonet ile ilgim ikiye bölünmüştü. Kamyonetin fevri hareketi kadar taksici abimizin tepkisi de sinir bozucuydu. Adam gaza basmış kamyoneti taciz etmeye başlamıştı. Ben abiye "hadi abi biz işimize bakalım, sağa salim gideceğimiz yere gidelim" derken Seyit hala ofisten bahsediyordu. Fakat o kadar şansızdık ki kamyonette bizim gideceğimiz istikamette çılgın manevraları ile gitmeye devam ediyordu. İkinci durduğumuzda taksici kapıyı açıp inmeye kalktı. "Abi dur ne yapıyorsun gidelim" dedim ve adamı yerine oturttum, lakin hala kamyonet önümüzdeydi ve Seyit hala ofisten bahsediyordu. Üçüncü duruşumuzda her iki uyarımda da beni dinlemeyi tercih eden taksici abi bu sefer camı açıp küfür etmeyi tercih etti. Ben daha dur abi diyemeden, kamyonetin kapısı açıldı ve bir adet Polat Alemdar klonu koşarak taksiye doğru gelmeye başladı. Tam o sırada bizim taksici kapıyı açıp çıkmaya çalıştı fakat kapı daha tam açılmadan kapıya atılan bir uçan tekme ile kapının arasına kötü bir şekilde sıkıştı ve tekrar arabanın içine girdi (uçan tekmeyi koşarak gelen Polat Alemdar klonu attı). Tüm bunlar olurken Seyit hala ofisten bahsediyordu. Şöför kapısının önüne biriken üç kişi hunharca bizim taksiciyi linç etmeye çalışırken, ben en diplomat ses tonumla "abicim tamam" diyerek hem taksiyi hareket haline sokmaya hemde linç girişimcilerini sakinleştirmeye çalışıyordum. Seyit ise artık olayı idrak etmişti ve beni inceden geri çekmeye çalışıyordu, zira kapı önündeki kalabalık, taksici abiyi dövdükten sonra sizinde tipinizi s.kireriz ulan diyerek bizi de gayet benzetme eğilimi gösterebilecek bir kalabalıktı. Neyse ki bir an sağduyu kazandı ve gitmemize izin verdiler. Biz hem taksicinin hemde kendimizin sopa yemesine gerek olmadan gideceğimiz yere ulaşmanın huzurunu yaşarken taksici abi bana kızmakla meşguldu. Niye tuttunuz beni arkadaşım?

NOT: Diyemedik ağzını burnunu kırmasınlar diye

Partiboy Gürültücü Komşulara Karşı

Herşey bir kaç hafta önce, bir pazar sabahı duyduğum dans müziği ile uykumdan uyanmam ile başladı. Genelde cumartesi geceleri içebildiğim kadar içmeye gayret gösteren birisi olduğum için pazar sabahları (özellikle de saat 9 sularında) uykum konusunda hassas davranabiliyorum. O sebeple bir zombi gibi yataktan çıkıp müziğin kaynağını aramaya başladım. Kulaklarım doğru cevabın üst kattan geldiğini söylüyordu. Bir gözüm açık bir gözüm kapalı halde (saçım başımdan haberim dahi yok) yukarı çıktım ve zili çaldım. Zili çalmam ile müziğin sesi kesildi, bir iki saniyelik bir beklemenin ardından kapı açıldı. Üst katımıza yeni taşınan bayan şaşkın ve meraklı bakışları ile bana bakıyordu. İlk önce merhaba dedim, ben sizin alt kat komşunuzum ve ismim Emrah (bu arada elimi uzattım ve hızlıca bir tanışma yaptık) diyerek konuya giriş yaptım. Ardından sizce de müziğin sesi bir pazar sabahı için fazla açık değil mi diye sordum. İyi niyetli komşum gözümdeki uykusuzluktan ve çapaklardan derdimi anladı ve huzur içinde uyumama izin verdi.

Aynı gün akşama doğru yeni komşumuz kapımızı çaldı. Uykumu almış olduğum için gayet güzel ve anlaşılır bir tanışma yapabildik bu sefer. Sonra aradan bir süre daha geçti ve geçtiğimiz perşembe günü kendisi bizi geçtiğimiz cuma evinde verdiği partiye davet etti.

Hayatımda birilerinin evine içmeye, yemek yemeye, sosyalleşmeye ya da her hangi bir şey yapmaya binlerce kez gitmiş olmama karşın halen öğrenci geleneğinde yaşayan bir insan olduğum için ve tek bildiğim parti komünist parti (ehi) olduğundan kendi evimde olsun başkasının evinde olsun, şimdiye kadar hiç bir etkinliğe parti adı vermemiştik. Yabancıydım bu kavrama. Onun dışında komşumuz olan hanfendi bizden büyük bir bayandı, yani kendi yaş grubuma yakın olmayan insanlar ile kaynaşmak zorunda kalacaktık ve üst kat komşum da dahil olmak üzere hiç kimseyi tanımıyor olacaktık. Asosyal olmasam da yeni insanlar ile tanışma konusunda dünyanın en hevesli insanı olmadığımda ortadaydı. Lakin diğer taraftan komşu komşunun külüne muhtaçtı gitmezsek ayıp olurdu.

Aldık bir şişe votkamızı (eli boş gitmek olmazdı) ve çıktık bir üst kata. Ve başından sonuna kadar irili ufaklı dumurlardan ibaret olan gecem böylelikle başladı. İlk dumur evin güzelliği karşısındaydı. Kendi evimi çoğu zaman sıradan bir öğrenci evine nazaran daha derli toplu ve hatta öğrenci evi klasmanının dışında görürdüm. Meğersem hala öğrenci evinde yaşıyormuşuz. İkinci dumur ise partinin yaş ortalamasını yaklaşık olarak beş yaş aşağı çekmemizdi (bunu bekliyordum ama bu kadarını beklemiyordum). Arada sırada bizler orta yaş krizini 25 yaşında yaşayan bir nesiliz derdim, artık o konuyu tamamen kapattım, gayet genciz dünya onu değiştirmemiz için bizi bekliyor.

Ama o parti gecesini alnımın akı ile bitirmem gerekiyordu dünyayı değiştirmeden önce. Elbetteki sıkıldığım anda basıp gidebilir, o insanların hiçbirini hayatımın sonuna kadar görmeyip bu konuyu aklıma bile getirmeyebilirdim. Fakat hiç tanımadığım, hepsi benden yaşça büyük ve yarısı yabancı uyruklu kişiler ile dolu bir partide sosyalleşmeyi başarıp başaramayacağımı ciddi anlamda çok merak ediyordum. İlk başlarda zorlandığımı da itiraf etmeliyim. Tanıdığım bir çok insana nazaran birileri ile konuşurken taktikler ile hareket eden birisi olmak yerine ne hissediyorsam onu yapan birisi olduğum için ve o sırada kendimi çok rahat hissetmediğim için başlangıçta bırakın ne konuşacağımı nerede dikilmem gerektiğini bile bilemedim (hayatında ilk kez rock bara giden taşralı bir ergen gibiydim). Bu sırada sürekli insanların demek o sabah kapıyı çalan sendin, biz 45 yaşında bir devlet memuru bekliyorduk türünde esprilerine maruz kalıyordum ve tüm bayanlar yaşlarını tahmin etmem için üstüme geliyordu. Alkan yabancı misafirler ile sohbetini koyulaştırırken bende hemen yanımda duran uzun saçlı adamla sohbet etmeye başlamıştım. Fakat o sırada bilmediğim şey uzun saçlı bayın bir davetli olmadığı, aslında onun bir çeşit garson olduğuydu. Ki bu da o geceye dair yaşadığım en enteresan durumlardan bir tanesidir.

Artık benim gitme vaktim yavaş yavaş geliyor derken Alkan ve onun o sırada muhabbet etiği alman arkadaş Daniella ile muhabbet etmeye başladım. Bir süre sonra Alkan'ın partiden ayrılması gerekiyordu ve bende onunla birlikte partiden ayrılmadıysam sebebi Daniella'dır. Sağolsun öğrendiği Türkçe deyimler ile gecemizin süper geçmesini sağladı (az kaşardan tost, çok kaşardan dost olmaz deyimini sayesinde öğrendim). Bir iki tane de biz öğretelim dedik, tam ne kadar sallarsan salla diyordum ki bunu İngilizce olarak açıklayamayacağımı fark ettim ve sustum, dediğim şeyi fark edip gülen tek kişi emekçi arkadaşımızdı. Daha sonra onun yerine zıvanadan çıkmak terimini öğrettim. Anlamını sorduğunda şöyle bir Alkan'a baktım (kendisi eski bir Destruction hayranıdır) ve All hell breaks loose dedim. Sonrasında da gece espriler şakalar ile devam etti. Gerçekten. Bir birimize fıkralar falan anlattık. Ve böylelikle bu enteresan gecenin sonuna geldik.

Gece eve dönerken (bir kat aşağı, ehi) bu zor görevi de türlü türlü espriler ve şakalar ile atlatmış olduğum için kendimi şanslı hissediyordum. Birde evin içinde her hangi bir şekilde dans havasına girilmemiş olduğu için de şanslıydım. Kısmen hayatımda tercih ettiğim asosyal tavırlarımın başka çarem olmadığından olmadığını gördüğüm içinde şanslıydım. İstesem her partiye giderim ulan diyerek yatağa girdim ve uyudum. Sabah üst kata gelen temizlikçi kadının gürültüsüne uyandım ama bu sefer bir şey yapamadım (dans müziği çalsaydı yapardım).

İTÜ Rock Sizleri Önemsiyor*

İTÜ'den bu kadar bahsettikten sonra sanırım birazda İTÜ rock kulübünden bahsetmek gerekiyor. Zira çoğu zaman İTÜ den ziyade İTÜ rock kulübünden mezun gibi hissediyorum kendimi. Şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim, İTÜ'de hayatı benim için çekilir kılan tek şey bu topluluktu, bu topluluk olarak yapmaya çalıştığımız şeylerdi. Ama orada da hiç bir şey günlük gülistanlık geçmiyordu. Bilakis rock kulübü de bir çeşit işkenceydi.

İşkenceydi, çünkü herşey çok zordu. Özellikle ilk yıllarda. Bir yandan özerkliğini korumaya çalışmak, bir yandan organizasyon yapmaya çalışmak, kulüp içindeki ve dışındaki gerginlikler ile uğraşmak çok zordu. Özerkliğimizi korumak istiyorduk, zira tüm insanların gözlerini diktiği, bizim olsun dediği bir stüdyomuz vardı. Stüdyoyu ise kendimize saklarken okulun malını sahiplenmiyorduk, bizden önce gelenlerin kendi elleri ile kurduğu, sonra da bizim kendi elimiz ile tekrardan kurduğumuz bir stüdyoyu elimizde tutmaya çalışıyorduk. Bir yandan stüdyomuzu isteyen kulüpler ile, bir yandan biz başımıza buyruk varız dememizden rahatsız olan yaşam alancılar ile ve bir yandan da toplantılarımızdan rahatsız olan (ehi) tiyatrocular ile uğraşmak zorundaydık.

Ama tüm bunlar arasında problem hep stüdyo hakkında çıkıyordu. Bir çok kişi kulübe sadece stüdyo için gelmek istiyordu ve aslına bakarsanız onlar için stüdyodan başka hiç birşeyin önemi yoktu. Lakin stüdyo rock kulübü üyeleri için ve rock kulübü üyeleri tarafından kurulmuştu. Stüdyoyu kullanmak için ödenen para bile doğru düzgün bir para değildi. O stüdyo rock kulübü üyelerinin düzenlediği ÜCRETSİZ festivallerden elde kalan paralar ile kurulmuş ve sonra da her yıl tekrardan adam edilmişti. Burada bir çelişki vardı. Dışarıdan gelenler bu çelişkiyi anlamakta zorluk çekiyorlardı. Zira bütün yıl uğraşıp debelenerek kurduğun bir stüdyoyu sadece kendimize saklamakta değildi amacımız, biz istiyorduk ki o stüdyoyu kullanan bizim gibi kullansın. En azından amfiyi kapatmadan jakı çekmesin. Stüdyo kullanımı için eğitim bile verdik, eğitime gelemeyenler olunca eğitimi bir kez daha da verdik. Sayı kalabalıklaşınca kimin stüdyo için, kimin kulüp için geldiğini anlamak adına yoklama almak zorunda bile kaldık. İnsanlar arkadaşlarının yerine imza atmaktan çekinmediler. Çözüm bulmakta zorlanıyorduk. Ve bir süre sonra bu durumu insanlara açıklamayı umursamaz hale geldik. Ki milyonlarca kez açıkladık ama hepsinin sonunda beğenmiyorsanız siktirin gidik demekten de çekinmedik. Siktirip gitti bir çoğu. Ve dışa kapalı olarak yaftalandık.

Sonra bir de tarz meselesi vardır hep. Şu argüman ile konuşur durur insanlar (pek yüzümüze söylemezler, hehe) İTÜ Rock kulübü, İTÜ Metal kulübü olsun yerine de Mor ve Ötesi konserleri veren yeni bir İTÜ Rock kulübü açılsın. Okkalı küfürler etmek yerine bu argümana karşı makul bir cevap vermek gerekirse (ki bence çok da gerek yok) sen kimsin de bizim ismimizi değiştiriyorsun ile başlarım cevabıma. Sonra şunu derim, yıllarca kullandığım isimi sana yakışmıyor değiştir desek nasıl bir tepki verirsin?

İTÜ Rock kulübü yıllarca metal kulübü olmakla suçlandı. Ben şimdiye kadar düzenlenmesinde aktif olarak rol aldığım dört festivalin (7 den 10'a) hiç birinde metal gruplarının çoğunlukta olduğunu görmedim. Hatta net oran hep 3 te 1 olmuştur. Arada sırada düzenlediğimiz küçük konser ve etkinliklerde ise durum şundan ibaretti, normalde metal dinleyen ve icra eden adam neden dinlemediği ve icra etmediği türde bir etkinlik düzenlesin ki? Kapımızı hiç bir zaman bizim dinlediğimiz müziği dinlemeyen insanlara kapamadık ama hiç bir zamanda birilerinin bize gelip Mor ve Ötesi konseri düzenleyin demesine ya da The Doors dvd gösterimi yapın demesine izin vermedik.

Öncelikle şunu açıklamak gerek, İTÜ Rock kulübü kendi bünyesinde müzisyenler ile dolu bir topluluktur ve herşeyden önce Türkiye de bu müzik türünün gelişmesi için, amatör ama kaliteli müzik yapan insanlara ve ya her allahın günü televizyonda göremediğimiz müzisyenlere sahne imkanı sağlamayı hedefler ve ücretsiz organizasyon yapar (Coca cola ile de sponsorluk anlaşması yapmaz, Cola Turka ile de yapmaz). Bu yüzden bir Pentagram ya da Mor ve Ötesi konseri yapmaya hiç yanaşmadık. Pentagram için paramız yoktu, Mor ve Ötesinin ise bizim sahnemize ihtiyacı yoktu.

Ki tüm bunların dışında kimsenin fikrine ihtiyacımız yoktu. Bizim kafamızda yeterince fikir vardı ve onlar ile bile başa çıkamıyorduk. Birilerinin gelip şu grubun konser gösterimi yapılsın demesine ihtiyacımız yoktu. O grubun konser gösterimini yapmak isteyen buyursun yapsın diyorduk. Üstelik onu bu sorumluluk altında yalnızda bırakmıyorduk. Her türlü yardımı yapacağımızı garanti ediyorduk. Bilakis çok iyi hatırlıyorum kendi adıma bu şekilde verdiğim bir kaç sözü. Ama karşılığında o organizasyonun sorumluluğunu öneri sahibinin almasını bekliyorduk. Çoğu zaman bu da olmadı. Ki bir konser gösterimi için yapılan tek şey bir üst kata çıkıp bir hafta önceden küçük (duruma göre büyük) salonun istenmesi, konser dvd'sinin (divx falan da olur) ve gösterimin yapılacağı notebook'un bulunması gerekiyordu. Notebook'um yok diyen olursa onu da biz hallediyorduk. Projeksiyon ve perde salonda zaten vardı. Olay bu kadar kolaydı. Ama insanlar sipariş ile organizasyon istemeye devam ettiler, bizde kibar kibar derdimizi anlatmaya çalıştık, sabrımız taşınca kaba kaba kovmak zorunda kaldık.

Hiç bir zaman kitleler tarafından sevilmek sayılmak gibi bir derdimiz olmadı. Hiç bir zaman hatasız olduğumuzu da düşünmedik (ben çok ciddi hatalar yaptığımızı düşünüyorum bilakis) ama yine de bizi dışarıdan eleştirenlerin büyük bir çoğunluğunun bizi yanlış sebeplerden eleştirdiğini düşünüyorum. Bilakis böyle olduğunu görüyorum. Üyelerine ne kimlik veren ne de onlardan aidat toplayan bir kulüp olmadık. Toplantıdan sonra içeriz dedik, ben içmem diyenleri de bağrımıza bastık (zorla birşeyler içirmeyi de denedik, ehi). Her yıl nisan ayının üçüncü haftasında İTÜ'yü normalde olmadığı bir yer haline getirdik. Her allahın günü İTÜ Rock kulübüne bok atan, İTÜ Rock kulübü kapatılsın diyen güvercin beyinli insanların bile çılgınlar gibi eğlendiği festival yaptık. Türkiye'nin ilk açık hava festivalini 11. ayağına kadar taşıdık ve işler yolunda giderse bizden sonrakiler bu yılda 12. kez aynı iyiliği yapacak İTÜ'lülere. Ne zaman karşılaşsak bilmiş bilmiş rock kulübüne bok atan insanlar gene o festivalde eğlenecek, sarhoş olacaklar. Çoğu zaman ders çalışmaktan başka hiç bir şey yapmadıkları okullarındaki en güzel zamanları gene bizim festivalimizde geçirecekler. Aslına bakarsanız çok da sorun yok, biz afişlerimizde koyun resmi koyup otlanmaya ara verin derken de, ya da tavşan resmi koyup geldi bahar ayları gevşedi gönül yayları derken de zaten bu insanların bir çoğunun anlamadığı ama onların hayatında eksik olan birşeylerin altını çiziyorduk. Ve tüm bunların dışında çirkinden başka bir şeyin olmadığı bir yerde güzel bir şey yapıyorduk.

Unutmayın, yine de İTÜ Rock sizleri önemsiyor* ;)



*8. Festivalde kullanığımız spot sözlerden bir tanesi.

Kötü Eğitim

Peh, daha iyi bir blogger olmak istiyorum dedim ama şuna bakın, son yazımdan bu zamana neredeyse bir ay geçmiş. Hmm genede suç benim diyemem. Çoğu zaman olduğu gibi gene koşulların kurbanı oldum. Ama illa bir suçlu bulmamız gerekiyorsa asıl suçlu finallerdir. Hatta eğitim hayatım boyunca girdiğim tüm sınavları ve aldığım tüm notları da suçlayabilirim.

Bu seferki finallerim sadece yazı yazmamı değil tüm yaşamsal faaliyetlerime ara vermeme sebep oldu. Zira yüksek lisans yapıyor olmak kolay iş değil derlerdi de inanmazdım. Hala da inanmıyorum ama akademik hazırlık cidden zor işmiş. Zormuş çünkü bir dersten kalırsan dahi tekmeyi basıyorlarmış ve ortalaman 2.5 üstünde olacakmış. Bu iki koşuldan birini yerine getiremezsen marş falan olmaksızın uğurluyorlarmış. Tabi diyemiyorsun hiç kimseye ulan benim lisanstan mezun olma notum 2.5 diye. Ki bence bir üniversitelinin en büyük lüksü olan okulu uzatmıyorsa bu dönemlik bu dersten kalmamda hiç bir sakınca yok rahatlığından yoksun olmak bambaşka bir trajedidir. Şahsıma özel sıkıntım ise benim bu yüksek lisans programına başlamamdan bir dönem önce ablamın aynı programdan mezun olmasıydı. Yani eğer ben bu programdan atılırsam ailenin yüz karası olduğumu bir kere daha ispatlayacaktım. O sebepten çalışmak gerekiyordu. Nitekim çalıştım.

Bir çok şeyi ikinci plana ittim ve çalıştım ama bir yandan da sancılarla dolu eğitim hayatımı düşünmeden edemedim. Baştan açık olmakta fayda var, üniversite hayatı toplam orta öğretim ve lise hayatından (bizde ilk okul beşte bitiyordu) uzun sürmüş birisiyim (yedi buçuk yıl). Bu konudaki tek avuntum bunca yılın tek üniversitede geçmemiş olmasıdır (eğer yedi buçuk yıl itü'de okumuş olsaydım şimdi çok ciddi psikolojik tedaviler görüyor olurdum). Ama sanırım böyle olacağı daha ana okulundan belliydi.

Benim eğitim kurumları ile olan maceram beş yaşında iken zorla ana okuluna gönderilmem ile başlamış. Hani bir çok insan zaten ana okuluna dahi gitmezken ben ana okuluna iki yıl üst üste gittim (inanın bana o zamanlarda yapılıyordu ana okulundan kalmış bu çocuk esprisi, ne diyebilirim ki kötü espri zamandan bağımsız birşey) çünkü annemin benimle baş etmeye gücü yetmiyordu. Gayet yaramaz bir çocuktum, kadın haklıydı (kendini çocukken yaramaz zannedenler, soruyorum size kaçınız evde yangın çıkardı? Bende öyle düşünmüştüm.).

Eğitim kurumları ile maceramın ilk okulun ilk gününden lise sonun son gününe kadarki kısmını bu seferlik atlayıp üniversite maceramıza değinelim. Sene 2001, yaz ayları. ÖSS sonuçları yeni açıklanmış telefonum çalıp duruyor. Lakin öss konusunda gayet depresif bir ruh hali takındığım için ve nereyi kazandığımı zerre umursamadığım için bir gece öncesinden bir kaç lise 2'li arkadaş ile sarhoş olmayı tercih ettim ve herkes sabahın köründe sonuçlara bakarken ben uyudum. Ama uyutmadı diğer arkadaşlar sağolsunlar. İlk açtığım telefon Uğur'undu. Heyecanlı bir şekilde Hacettepe oğlum dedi. Hadi lan dedim ve kapattım telefonu. Hacettepe olamazdı, olmamalıydı. Ben ilk üniversiteye girişimde yaklaşık 18 tane tercih yaptım. Bunların 16 tanesi İstanbul'du. Sadece iki tanesi Ankara idi ve onları da son anda ablamın önerisi ile yapmıştım ve normalde buna hiç niyetim yoktu (niyetimin olmamasının elbetteki kalbi kırık bir aşık olmam ile alakalıydı). O yüzden ilk telefonu hadi len diye kapattım. İkinci arayan Orkun'du. Bana numaramı sormuştu. Cep telefonu numaramı söylediğimde ne diyorsun manyak herif diyerek telefonu kapatmıştı. Sonuçta cepten aramıştı. Gel gelelim bir kaç telefon konuşması daha yaptıktan sonra zoraki olarak yataktan çıkmış ve gerçeği ister istemez kabul etmiştim. En azından düzgün bir yerleşkesi olan hatırı sayılır bir üniversiteye gidiyorduk.

Öncelikle şunu belirteyim Hacettepe'nin beytepe yerleşkesi sadece yerleşim alanı olarak değil aynı zamanda da yerleşke hayatı olarak da itü'ye on basar.

Üniversite için soğuk başkentimize giderken aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Bu aklımdan geçen bir sürü şeyi rahat rahat yapabilmek için ilk yıl hazırlık okumaya karar vermiştim. Öss'den ve liseden oldukça yorgun çıkmıştım, keşfetmek ve öğrenmek istediğim bir sürü şey vardı ve bunu ders çalışma zorunluluğu olmadan yapmak istiyordum. İlk yılın sonunda en az efor ile hazırlık geride kaldığında bilmediğim şey keşfetmek ve öğrenmek istediğim şeyler için bir yıldan daha fazlasına ihtiyacımın olduğu imiş. Ve ben harıl harıl ders çalışmaya da kesinlikle hazır değilmişim.

Baş kentteki ikinci yılımda afili derslerin başlamasıyla hem serserilik yapıp (hani keşfetmek ve öğrenmek dediğim şey) hem de okumanın aynı anda yürümeyeceğini anladım. Bu şekilde de iki yıl geçti ve toplamda Ankara'da geçen üç yılın sonunda hala birinci sınıftaydım. Artık bir şeyler yapma vakti gelmişti. O sırada okuduğum bölümde mutlu olmadığım için tekrar ÖSS'ye girmek iyi bir fikir gibi gelmişti. Amaç şuydu tekrar ÖSS'ye girilecek ve eğitim hayatına ODTU'de devam edilecekti. Tabii olaylar düşündüğüm gibi idrak etmedi.

Hastalıklı bir sınav tecrübesi, ölüm tehlikeleri ile dolu bir yaz ve umut dolu bir eylül ayı sonrasında artık İstanbul'daydım. Nasıl olduğunu bilmeden, hiç hesapta yokken birden bire İTÜ'lü olmuştum. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum ama kötü hissetmekten çok sıkılmış olduğum için iyi hissediyormuş gibi yapıyordum. Ama stres daha yeni başlıyormuş fark etmemişim.

Bu seferki sıkıntı ise Ankara'da heba ettiğim üç yıl yüzündendi. Hızla aradaki açığı kapatmak, hemen mezun olmak gerekiyordu. İlk yıl beyhude bir çaba ile ortalama için uğraşmıştım, beyhude idi çünkü ikinci ÖSS denememde de yakamı bırakmamış olan ve henüz kendisinin ismini dahi bilmediğimiz hastalığım hiç bir şeyin yolunda gitmesine izin vermiyordu. Deliler gibi çalıştığım sınavlarda bile ataklar geliyor, başarıya kesin gözüyle baktığım derslerde bile acaba kalırmıyım diye sorar hale geliyordum.

Ortalama derdi geri de kaldığında ise (ki bu ikinci dönemin ikinci yarısına tekabül eder) tek derdim okulu daha fazla uzatmamam olmuştu. Bu yüzden ne ödev yapardım doğru düzgün ne de derslerin uygulamalarını takip ederdim. Düşünüyorumda ortalamamın 2.5 olmasının yegane sebebi buydu sanırım. Zira çoğu finalde gayet iyi notlar alıyordum ama genelde CB'nin üstünde not alamıyordum. Hiç unutmam gravite dersinin notları açıklandığında dersi veren hocanın yanına isyan içinde gitmiştim. Ulan yarım sayfa formül yazdık nasıl CB olur diyordum (tabii daha düzgün bir dille). Dur bakalım final notuna demişti, finalde en yüksek notu ben almışım meğersem. O an gözlerimden ateşler fırlamıştı sanırım, zira benden sonraki en yüksek notu alan arkadaş BA almıştı. Çok iyi hatırlıyorum normalde yanında o şekilde konuşmayı istemeyeceğim ve kısmende cesaret edemeyeceğim hocanın yanında bağıra çağıra olayı kabullenmekte çektiğim zorluğu anlatıyordum. Hoca da beni bağlamaz arkadaşım diyordu. Haklıydı sanırım.

Tabii her zaman derslerinde başarılı ama ödev sorumluluğu olmayan bir öğrenci olduğum için kötü notlar almıyordum. Mesela neredeyse okulumu bir dönem uzatmama sebebiyet verecek olan Uzay Jeofiziğinden o gün Sismik finali var zannettiğim için kalmıştım. Sınıftayım, tüm çocuklar oturmuşuz ve adamlar uzay jeofiziği çalışıyorlar. Birşeylerin yolunda gitmediğini o sırada anlamıştım (hehe). E tabii haliyle kaldık o dersten (oysa çalışsam kesin CB ile geçerdim). Ama neyse ki okulumu o ders yüzünden yarım dönem uzatmadım. Okulumu yarım dönem uzatmamın tek sebebi bitirme projesine kayıt olmak için tüm dersleri en azından bir kez almış olmak gerek bilgisinden yoksun olmamdı. Ben henüz alınması gereken son ingilizce dersini almamıştım. Planlarıma göre o dersi verip öyle mezun olacaktım. 4. sınıfın son günlerinde bu acı gerçek suratıma çarptığında ne hissedeceğimi cidden bilemedim. Normalde bu tarz durumlarda otomasyonu suçlamak ve yahut onlar ile deli gibi kavga etmek yapmayı en çok tercih ettiğim şeydir (sık sık da yaptım) ama bu sefer onu da yapamıyordum. O günlerde haberim olmayan bir diğer şey ise iş hukuku diye bir dersin varlığıydı. Bakın o dersi almam gerektiğini bilmiyordum demiyorum, öyle bir dersin varlığını bile bilmiyordum. Meğersem onu da almam gerekiyormuş.

O yaz İTÜ'den son derslerimi aldım. İngilizce 201 ve İş hukuku. Akabinde de zaten geçtiğimiz dönemde yarısını hazırlamış olduğum tezi yazdım. Fakat orada da işler yolunda gitmedi. Genel olarak takvimler ile ilgili bir problemim var. O günlerde bir de World of Warcrat ile bir problemim vardı. İkisi bir araya gelince ve tüm bunlar tez hocamın sinirlerinin hassas olduğu bir dönemde olunca gene herşey cehennem azabına dönmüştü. Okul bir dönem daha uzar sanırım diyordum ciddi ciddi. Son anda (yeni yıl arifesinde millet eğlenirken yazdığım tezinde yardımı ile) işleri bir şekilde yoluna koymayı başarmıştım ama her halde ömrümden de bir iki yılı çöpe atmıştım (neyse ki daha önceden sigarayı bırakarak bir iki yıl fazladan kazanmıştım).

İTÜ'den arkadaşlar ile bazen yaptığımız bir espri vardır. 75. yıl'ın (yemekhane ve merkez kantin) orada bir masanın üstüne çıkmak ve gençliğimi bana geri verın ulaaan diye bağırmak. Elbetteki orada geçen 4.5 yılın tamamen işkenceden ibaret olduğunu düşünmüyorum, orada da başımıza gelen güzel şeyler vardı (İTÜ Rock kulübü diyeceğim ama o da değişik bir işkence sayılırdı, hehe), şansıma çevremde tek dersi dersler olmayan, oturup iki çift laf edebileceğin insanlarda vardı. Ama bu insanlar ve ben aslında İTÜ'de bir azınlıktık. Tek derdi dersler olmayan, tek derdi kariyer ya da ne anlama geldiğini bilmediğim bir rekabet dürtüsü olmayan insanlar olarak aslında tam olarak oraya ait değildik. Aynı eğitimi kesinlikle başka koşullarda çok daha iyi bir şekilde alabilirdik, sadece mühendis ya da sadece akademisyen değilde birazda insan olmanın önemli olduğu bir üniversitede mesela.

NOT: Finallerimi geçtim, okuldan atılmadım. Sonra da kapansın yerleşkeler, açılsın meyhaneler dedim ve içtim. Baya içtim.

The flames rise still so freezing on our sea*

Daha ciddi bir blogger olmaya çalışıyorum şu sıralar. Kontrolsüz kelimeler ile aram çok iyi ama işin içine biraz kontrol, biraz yönlendirme katmaya kalktığımda elim ayağıma dolaşıyor. Olsun diyorum, ilk kez elim ayağıma dolaşmıyor, tökezlemeye de alışkın sayılırım. Yavaş yavaş bu diyarda da koşar hale gelirim diye düşünüyorum. Ya beceremezsem, o zaman bu da ayrı bir ağlama duvarı yazısı olur.

Sene 2000. Eskişehir'de tren istasyonunda bekliyorum. Yanımda o zamanlar lavuk olduğunu bilmediğim, dostum sandığım bir adam var. İstikamet İstanbul. Çünkü o zamanlar black metalden başka müzik dinlemeye ciddi anlamda kapalı olsam da kalbimde yeri ayrı olan bir grup var. Sanırım yarım yamalak okuduğum bir non-serviam kritiğinde yaptıkları müziği death metal sanmıştım (oysa eskiden death metal yapıyorlarmış). O motivasyonla almıştım Frozen'ı. Yanlış bir bilgi ile, belki de tesadüfen girmişti hayatıma Sentenced ve aradan yaklaşık bir yıl geçtikten sonra İstanbul'a konsere geliyorlardı. Ve benim için istikamet İstanbul'u gösteriyordu.

Herşey çok kaotikti. Cebinde parası olan tek kişi bendim ve iki kişi için plan yapmalıydım. Ne yazık ki yanımda ahım şahım bir parada yoktu. Sabahın köründe istanbulda olacaktık. Başka hiç bir şey bilmiyorduk. Konser cumartesi gecesiydi ve o pazar nüfus sayımı vardı. Nasıl geri döneceğimizi bile bilmiyorduk. Sabahın köründe İstanbul'da olduk ve apar topar kendimizi taksime attık. Tabii o zamanlar taksim sokakları şimdi ki gibi tanıdık değiller. Daha sabah dokuz olmadan konser yerinin oralardaydık. Konser kazabilanka konser salonundaydı. Mekan hakkında bildiğim tek şey vakti ile Zeki Müren'in ilk sahne aldığı yer olmasıydı (Non-serviam'da okumuştum). Ben daha şimdiden insanlar birikmeye başlamıştır diye düşünüyordum. Sanırım bu naifliğim Sentenced konserinin hayatımda gittiğim ikinci konser oluşu ve ilk gittiğim konserinde Metallica konseri oluşu ile alakalı idi. Elbetteki daha ortalıkta kimse yoktu. Saatler boyuncada olmayacaktı.

Lavuk arkadaş ile sağda solda takılmaya başlamıştık. Vakit makul bir yere gelsin ve içmeye başlayalım diye bekliyorduk. Nitekim liseden, bir alt dönemden Seda ve destruction yelekli arkadaşının da bize katılması ile vakit daha kolay geçmeye başlamıştı. Sanırım tam burada biraz Seda'dan bahsetmem gerek. Zira kendisi hayatının bir döneminde sorunlu metalci kız olup biraz büyüyünce magazin programlarında İstanbul gece hayatı gösterilirken üç saniyeliğine kameraya gülümseyerek dans eden kızlardan bir tanesi olmuştu (şu anda ne alemdedir bilemiyorum). Tabii benim Seda'yı burada sevgi ile anmamın en büyük sebebi bana konser öncesi Sentenced kadrosuna imzalattığı A5 büyüklüğündeki konser flayerini vermesiydi. O anı çok iyi hatırlıyorum. O ve destruction yelekli arkadaşın bize katılması ile gidip şişe şişe şarap almıştık ve inceden demleniyorduk. Artık konser için hafif bir kalabalık da oluşmaya başlamıştı. Sanırım kendi aramızda Sentenced'ı ne kadar çok sevdiğimizden, Sentenced için gerekirse çocuğumuzu kesebileceğimizden falan bahsediyorduk (bunu diyen bendim sanırım). O sırada Seda çantasından imzalı Sentenced flayerını çıkarmıştı. Çok heyecanlanmıştım. Hiç düşünmeden bana ver, sen zaten benim kadar sevmiyorsun demiştim. O da hiç düşünmeden al senin olsun demişti. Ve gönlümde hala koruduğu bir yer edinmişti (her halde yedi sekiz yıldır görmüyorum kendilerini ama olsun yeri duruyor). Keyfim yerine gelmişti, daha konser başlamadan ganimetleri toplamaya başlamıştım. Şarabın tadı artık biraz daha tatlıydı. O sıralarda henüz tecrübe etmemiştim, hiç su içmeden iki şişe şarap içmenin nasıl bir susuzluğa sebep olabileceğini.

Espriler şakalar ile geçmişti vakit ve bir şekilde konser başlamıştı. Elbetteki en öndeydik, elbetteki çok çoşkuluyduk. Tabii aradan on yıl geçtiği için hangi şarkıların çaldığını çok da iyi hatırlamıyorum. Ama Farewel ve Suicider'ı çok ama çok iyi hatırlıyorum. Villa'nın "kendimden nefret etmeme yardım edin" diyip tüm seyircileri fuck you diyerekten bağırtması, en sonunda da fuck you too diyerekten (çok şakacı birisi gerçekten de) şarkıya geçmesini hala hatırlıyorum. Sonra sahnenin en önünde kendimden geçerken bir anda gırtlağıma yapışan bir susuzluk hissi ile ne yapacağımı şaşırdığımı da çok iyi hatırlıyorum. Bir şekilde sağdan soldan su bulmaya çalışıyordum ama işin oluru yok gibiydi. Zar zor koruyordum zaten sahne önündeki yerimi, bir gidersem geri dönüşü yoktu ama diğer taraftan da içim yanıyordu. Yapacak bir şey yoktu, hızlı hızlı yerimi terk etmiş ve su ihtiyacımı gidermek için mekandan çıkmış, bir galon su içip konser alanına geri gelmiştim. Tam kalabalık arasındaki yerimi almaya hazırlanırken birden kulaklarıma inanamadığım birşey çalmaya başlamıştı. Killing me killing you… Tabii o zamanlar aşıktık (şimdiye kadar o zamanlar aşıktık diye kurduğum cümlelerin hepsinde aynı kızdan bahsettim, başka bir kıza olan aşkımdan bahsedecek olursam ayrıca belirtirim), hatta mutlu mesuttuk ama yine de dokunaklı bir aşk şarkısında mutluyken de kederlenebiliyorduk. Üstelik o kadar sarhoşken sadece o şimdi neden burada değil diye kederlenmek o kadar kolaydı o zamanlar (şimdi daha ciddi sebepler olmadan kederlenmemeyi prensip haline getirdim : P).

Sahneye uzaktı yerim ama hem duyabiliyor hem de görebiliyordum. Aslında çok da birşey hatırlamıyorum. Hatta net hatırladığım tek şey distorşın ile kafa sallamaya başlamamdır. Henüz saçlarım pek uzun sayılmazdı (hatta yıllar boyunca saçını üçe vurduran bir gencin saçlarını uzatmaya yeni karar verdiği dönemlerdeydim) ama sanki bir metre saçım varmışcasına havaya girmiştim. Eminim çevremdeki artist metalciler için esprili bir görüntü olmuşumdur. O şarkıdan sonra kaç şarkı daha çaldılar hatırlamıyorum ama o konser orada benim için bitmişti, hem duygusal, hem de fiziksel açıdan artık sakinleşmem gerekiyordu.

Mekandan çıktığımızda yağmur yağıyordu ve ben konserdeyken ondan bana bir sürü mesaj gelmişti. Güzel mesajlardı. Çok güzel bir geceydi. Ablam bizi konser çıkışında almaya gelmişti, nereye gideceksek oraya bırakacaktı bizi. Tam o sırada Seda ikinci kıyağını yapmıştı. Biz ailecek geldik ailecek dönüyoruz sizi de alalım yanımıza demişti. Eve giden yolu da bulmuştuk. Yağmur ise yağmaya devam ediyordu. Boyumdan büyük hisler ile yağmuru izliyordum. Yorgun ama tatmin olmuştum, hüzünlüydüm ama mutluydum.

*


NOT: O imzalı Sentenced flayerin ise arkasına bir mektup yazılmıştı ve verilmesi gereken kişiye verilmişti. Düşünüyorumda bir kutu içinde duruyormudur hala yoksa çoktan çöpte kaybolmuşmudur?

Saffah'ın barlar ile imtihanı

Küçük bir kasaba da yaşayan haşeri gençler olarak bira içmek, alkol alıyor olmak, tıpkı sevdalanmak, birilerini dövmek ve dayak yemek gibi bizi biraz daha adam yapan bir şeydi. O yüzden hızla adam olmak istediğimiz için hem elimizden geldiği kadar çok bira içmeye ve elimizden geldiği kadar aşık olmaya çalışıyorduk. Fakat sokaklarda bira içmek ile bir mekanda bira içmek arasında ciddi bir fark vardı. Daha on sekiz olmadan, on sekiz olununca girilebilen yerlere girmek istemek, oralara girebilmek için yol yöntem bulmaya çalışmak sanırım hepimizin başına gelmiştir. Mesela ben bir keresinde kız arkadaşımın doğum gününe giremiyordum neredeyse (o 18'e basmıştı ve benim daha altı ayım vardı). Neyse ki kapıdaki iyi kalpli ve artist güvenlik saat altıya kadar oturmamıza izin vermişti. O gün kararımı vermiştim, 18 olur olmaz o mekana girecek kimliğim ile adama artistlik nasıl yapılır gösterecektim. 18 olduğum gün aynı mekana gittiğimde aynı adam henüz 18 olmadın yarın gel demişti. Evet bu tarz fevri hareketler bana göre değildi.

Ama bar da içmeye dair asıl bildiklerimi öğrendiğim yer Tiamat şarkılarıydı (kısmen the black league'de işin içinde diyebiliriz). Neden bilmiyorum ama o şarkılarda bahsi geçen yaşlı yorgun ve çirkin adam olmaya özeniyordum. Bir sürü şey görmek, yorulmak, yalnızlığını barlarda ve kadehlerde yaşamak çok çekici geliyordu. Ki bir yere kadar bar yalnızlığı diye tabir ettiğim şeyi de tecrübe ettim diyebilirim. Fakat asıl bar maceram kesinlikle buna benzer hikayelerden ibaret değil.

Bilen bilir, ikinci adresimiz olarak gösterdiğimiz bir mekan var taksimde. Namı değer Thales. Oraya ilk gitmeye başladığımızda bizi çeken şey elbetteki ucuz birası ve dillere destan tekila + bira menüsüydü. Öğrenci olduğumuz ve her fırsatta sarhoş olabilmek için elimizden geleni ardımıza koymadığımız için thales'in kapısı bir nevi cennetin kapısı gibiydi bizler için. Üstelik mekanın sahipleri ve çalışanları da gayet sıcaktılar bize karşı. Mesela Oktay (birinci patronun kardeşi ve mekanın barmeni) sayesinde cebimdeki paranın ebatlarından emin olamasam da fevri bir kararla "içkiler benden" havasına az girmemişimdir. Tüm bunlar Thales'i bizim için (ya da en azından benim için) Amerikan dizilerinde gördüğümüz iş çıkışı uğranılan bar havasına sokuyordu. Neredeyse her masada bir tanıdık oturuyordu. İçeri girdiğin zaman bir sürü insanla merhabalaşıyorduk. Mekana tek başımıza girsek bile thales'de tek başımıza içmiyorduk (bunu güzel birşey olarak kabul ediyoruz ;) ). Artık mekanın bir parçası da biz olduk diye düşünüyorduk ki bir gün Oktay barın arkasına geçmek istermisin diye sordu bana. Bu benim için şu demekti, normalde içerken para veriyorken, şimdi içip üste para alacaktım. Hemen nereye imza atmam gerektiğini sordum ve asıl Thales macerası başlamış oldu.

Barmen olmak cidden çok güzeldi. Sanırım yaklaşık dokuz ay kadar çalıştım orada. Ciddi bir para kazanmıyordum, zaten amaç o da değildi. Ama aslına bakarsanız normalde içki içerek tüm paramı harcadığım gecelerde barda çalışınca hem para harcamıyor hem de üste para kazanıyor hale gelmiştim. Ciddi bir para kazanmıyordum ama süper tasarruf sağlıyordum.

Yeni içkiler denemek, bara oturan yabancılar ile sohbet etmek, bulaşıkları yıkarken bardak kırmak, kırdığım bardağı Cengiz abiye (ikinci patron) çaktırmadan çöpe atmak, eşe dosta içki ısmarlamak çok ama çok güzeldi. Sonra hem içip (içebildiğin kadar) hem de iş yapar halde olmaya çalışmak vardı. Bu en büyük mücadeleydi. Genelde gecenin sonuna kadar bir şekilde ayakta ve iş yapar halde kalıyordum. Ama bir kaç gece vardır ki zil zurna sarhoş olduğumu patronlardan saklamak için hastalanmış ya da yorgunluktan ölüyormuş gibi davranmak zorunda kalmıştım. İçkiye açtım arkadaş, elimden başka bir şey gelmiyordu. Sonra bazı geceler oldu, tüm mesai boyunca bir kadeh dahi içmek aklıma gelmez oldu, doymak da böyle birşeymiş demek ki.

Evet barda çalışmak insana bu tarz avantajlar sağlayabiliyor. Mesela ben Thales'de çalışmaya başlamadan önce bira değil de votka adamı olduğumu bilmiyordum. Malum minimum paraya maksimum alkol ise derdin ve mekanda olabildiğince vakit geçirmek istiyorsan elin mahkum bira içeceksin. Aslında barın arkasına henüz geçmeden fındık votkanın hastası olmuştum ama bir Cardinal Melon henüz dünyama girmemişti. The Big Lebowski hayranlığımdan beyaz rus yapmayı öğrenmem gerekiyordu. Bunlar eğer bir barda çalışmasaydım hayatımda olmayacaktı. Zira Thales olmasaydı karamel votkayı da icat edemezdim (evet karamel votkayı ben icat ettim inanmayan Cengiz abiye sorabilir : ) ).

Elbetteki barda çalışmanın da kendine has zorlukları vardı. Mesela Thales değil de başka bir yerde çalışıyor olsaydım eminim hiç bu kadar eğlenemezdim. Hatta biliyorum ki ilk haftadan işi bırakırdım. Ki buna rağmen insanların eğlendiği saatlerde çalışıyor olmak çok zor birşey. Hatta üniversiteden mezun olunca henüz bir işe girmeden Thales'de çalışmayı bırakmamın en önemli sebebi Cumartesi gecelerimi geri istememdir. Dışarıdan bakınca bir barmenin ya da barda çalışan bir dj'in dünyanın en çok eğlenen insanları olduğu düşünülebilir. Zira işin aslı kesinlikle bu değil. Mesela insanlarla uğraşmayı sevmediğinizimi düşünüyorsunuz? Bir de sarhoş insanlarla hatta yaş aralığı 18 - 25 olan üniversiteli zevzek sarhoşlarla uğraşmayı düşünün. Hani sempatik ve sıcak bir mekanın çalışanı olarak gönlünüzce kimseyi kapı dışarı da edemiyorsunuz. Bir çok üniversitelinin hayalidir, günün birinde bar açıp sonsuza dek mutlu yaşamak isterler. Ben gördüm, o hayal tamamen yalan.

Bir barda çalışmış olmak, bar ve müşteri arasındaki ilişkide ki en sorunlu yer konusunda da daha iyi bir fikir edinmemi sağladı. Hepimiz biliriz sanırım, bir mekana girersin, inanılmaz artist görünüşlü bir garson (hem cinsin ya da karşı cin olabilir), inanılmaz artist bir şekilde senden sipariş alır ve siparişi kafana atarcasına getirir. Ayrıca tüm bu olan biten "ben senin gibi beş yüz tane adamı cebimden çıkarırım" havası ile yapılır. Sanki adam o biraları bize getirirken bize yapmayı hiç istemediği bir kıyak yapmıştır. Öyle bir eda ile masaya konmuştur ki biralar umarım sadece içine tükürmüştür diye düşünürsün. Bu anlamsız üstten bakışın içinde ne olduğu yıllarca merak etmişimdir. Çünkü eskiden bu havalı garson abla ve abilerin sadece şekilden ibaret olmadıklarını düşünürdüm (artık biliyorum sadece şekilden ibaretler). Anlıyorum ki bir barda çalışıyorsan fiyakalı olmak kadar, yeni yetme ergen arkadaşları da etkin altında bırakmak gerekiyor. Ama bu havalı abi ve ablaların atladığı nokta herkes onlarla flört etmek için orada değil. Bir iki bira içip gideceğiz lütfen hareketlerin ile huzurumuzu kaçırma demek mi gerekiyor acaba? Hmm belki de bunu pek önemsemek gerekiyor, ya da kendini iyi hissettiğin yerde içmeye devam etmek gerekiyor :).

Şurası bir gerçek ki bizim kültürümüzde işten çıktıktan sonra bir bara gidip, eş dost ile sohbet etmek gibi bir şey yok (daha çok meyhaneler var ki o ayrı bir makale konusudur). Hatta bar ve pub kültürünün Taksim'de bile yavaş yavaş oturmaya başladığı söylenebilir. Kendi adıma (biraz da şans eseri olsa gerek) bir şekilde bu kültürü hayatıma sokmayı başardım diyebilirim. Şey tam olarak Tiamat şarkılarındaki gibi olmadı belki (zaten viski'de çok sevmem) ama günün birinde bundan da iyi bir şarkı çıkabilir belki.

Thales



NOT: Geçtiğimiz günlerde Thales yeni mekanı Thales ROOM'u açtı.