The Mist (Frank Darabont - 2007)

*Filmde gelişen bazı gelişmelerden yazıda bahsediyorum, filmi seyrettikten sonra okumanızı tavsiye ederim.

The Mist, Frank Darabont'un Stephen King romanından kendi elleri ile uyarladığı bir korku/drama filmi. Filmin konusu kabaca küçük bir kasabada bulunan askeri üste olan bir şey (kaza? deney?) sonucu kasabaya yayılan sis ve bu sisin içinden çıkan canavarlara insanların verdiği tepkiler diyebiliriz.

Frank Darabont'un bu King ile ilk birlikteliği değil ve her birlikteliklerinde kalbur üstü işler yaptıklarını kabul edebiliriz. The Mist için de aynı şey geçerli. Herşeyden önce her ne kadar film canavarlar üzerine kurulu bir korku filmi olarak gözükse de aylar önce çıkan fragmanı bile asıl gerilim unsurunun süper markette sıkışıp kalan insanlar arasında oluşacak kutuplaşmadan kaynaklanacağını hissediyorduk.

Bu açıdan filmin sosyolojik bir yönü olduğu ve bu doğrultuda sosyolojik bir mesaj vermeye çalıştığını iddia edebiliriz. Herşeyden önce Thomas Jane tarafından canlandırılan David Drayton'a yakından bakalım. Filmi sürekli omuzlarından izlediğimiz bu karakter Hollywood için resim yapışı, müstakil lüks bir evde oturuşu, aile babası oluşu gibi özellikleriyle liberal - entellektüel bir kesimi temsil ettiğini düşünüyorum. Zenci komşusu ile problem yaşıyor oluşu fakat bu problemlere yeri geldiği zaman alttan alarak yaklaşıyor oluşu da onu Amerikan küçük burjuvası olarak düşünmemi kolaylaştırıyor. Bu noktada Andre Braugher'in canlandırdığı Brent Norton karakterinin (zenci komşu) önemi artıyor. Brent Norton zenci oluşu, arazisindeki ağaçların Drayton'lara zarar veriyor oluşu ve Drayton'lar isterlerse ona iyi davranarak onu kısmen kazanabiliyor oluşu ile daha farklı bir sosyal sınıfı temsil ediyor. Marcia Gay Harden'in canlandırdığı bağnaz Mrs. Carmody sapkın düşünceleri ile çevresindekilerin korkularından faydalanmaya başladığı sırada Brent Norton'un olan biten herşeyi mantık çercevesinde tartmaya çalışması ve Mrs. Carmody tehlikesini herkesden önce fark edip kendisi gibi siyahları toplayıp marketten çıkması da ayrıca dikkate değer bir durum. Bu noktada garipsediğim şey yönetmenin bize Brent Norton ve marketi terk eden diğer zencilerin akıbeti hakkında bilgi vermemesi.

Mrs Carmody ise filmin en önemli karakteri. Bağnaz düşünceleri ile herşeyden önce tanrının kendisini affetmesi için diğerlerini kurtarmak istemesi, sonradan da konuşmalarını dinleyen insanlara canı ne isterse onu söyler hale gelmesi, başına gelen her şey ile tanrının sesi oluşunu meşrulaştırması, hatta daha sonra bu meşrutiyet ile insanları kurban edebilecek kadar güç kazanması oldukça manidar, ürkütücü ve ne yazık ki gerçekçi.

Fakat neyse ki ufak bir azınlığı temsil eden David Drayton ve çevresi (Amerikan entellektüel - burjuva sınıfı) Mrs. Carmody'nin saltanatına son vermeyi başarıyor fakat bunu isteyerek değil bir nevi refleks sonucu yapıyor. Hatta bilakis Mrs Carmody'nin ve kör takipçilerinin gazabından kaçmaya çalışırken bunu yapıyorlar. Bu yüzdende çoğunluğu (dinin egemenliği altında yaşanan proleter kesim) kendi saflarına çekemiyorlar hatta bunun için bir kaç kez kuru laflardan başka hiç bir şey kullanmıyorlar ve en sonunda da Mrs. Carmody'i öldürüp marketten kaçıyorlar. Bu nokta da ilginç olan şeylerden bir tanesi, Mrs Carmody'nin çevresinden ayrılmayan kadınlardan bir tanesinin Mrs Carmody'i öldürene katil diye bağırması. Bu sahne insan ahlakının iki yüzlülüğünü çok iyi yansıtıyor, zira Mrs Carmody'nin vaazı ile askeri önce bıçaklayıp sonra sise atan kalabalık kendisini katil olarak hissetmiyor.

Filmin finalindeki trajedi ise çok daha farklı bir mesaj veriyor. Sis marketi ilk sardığında bir kadın çocuklarının yanına gitmek zorunda olduğunu söylüyor. Herkes ona gitmemesini öğütlerken o göz yaşları içinde gitmek zorunda olduğunu söylüyor ve çevresinden yardım istiyor. Özellikle de Brent ve David'den. İki farklı sınıfı temsil eden bu iki adamda bayana yardım etmiyor. Filmin sonunda Brent'in başına neler geldiğini bilmiyoruz ama Devid'in sisin dağılması ile gördüğü insanlar arasında yardım etmeyi reddettiği kadınla göz göze gelmesi kuşkusuz David'e ve temsil ettiği kesime bir mesaj veriyor.

Şahsen King'in kadını sağ ve çocukları ile birlikte bırakması muhafazakar bir mesaj içermiyor, yani klişe olarak herşeyden önce aile demiyor. Çünkü böyle bir mesaj vermek istese en azından Draytonlar markette hep birlikte olurlardı ve David öğretmen kadını oğluna alternatif bir anne gibi kullanmazdı. Aslına bakarsanız kadın filmin başında dışarı çıkmayı ilk isteyen kişi ve bunu hiç kimse ile konuşmadan kendisine bir kitle bulmaya çalışmadan yapması ile bireyselliği temsil ediyor. Yardım istemesi ise bireyselliğinin bencillik değil özgür iradeyi temsil ettiğini gösteriyor. Yardım etmeyen Brant ve David ise kendi sosyal sınıflarının onlara izin verdiği gibi hareket ediyorlar ve bu sınırlar doğrultusunda kaderlerine razı oluyorlar.

Atonement (Joe Wright -2007)

Sürekli aklıma gelen ilginç fikirler ile yarın için, yarını daha anlamlı kılmak için kendimi avutup duruyorum. Bazen neredeyse inanıyorum, eğer bir gün oturduğumuz yerden kalkmayı başarabilirsek hayat onu yaşamamız için bizi bekliyor.

Bir süredir bunu yapmak istiyordum. Edebiyat ve sinema hakkında yazmaya niyetlendim, bu kapsamlı başlıklar hakkında bilgi denizlerim olduğu için değil sadece izlediğim ve okuduğum şeyler hakkında çoğu zaman bir şeyler konuşmak istiyorum ve bunu yapabilecek doğru yerleri bulamıyorum.

Komik bundan yıllar önce ilk kez yazı yazmaya buna benzer bir ihtiyaç ile başlamıştım...


Atonement. Ian McEwan'ın romanından Joe Wright yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmış bir film. Hikayeyi kısaca özetlemeye çalışıyorum, kelimeleri toparlamak güç. Her şeyden önce içinde aşk ve savaş barındıran bir dram seyrediyoruz. Fakat asıl mesajı özgürlük, sevginin üstünlüğü ya da buna benzer milyon tane klişe temalar olan bir film değil. Zengin bir genç kadın ile zengin kadının ailesinin himayesinde yaşayan genç adamın ilişkisi ve bu ilişkiyi kaldıramayan hassas, dokunaklı ve tinsel bir kız kardeşin hikayesi bu. Filmin fragmanından, afişine kadar herşey hikayeyi genç kız ve genç adam üzerine kursada, filmi genç kızın kardeşinin omuzlarından seyrediyoruz ve film herşeyden çok kız kardeşin ruh hali ve hisslerini anlatmaya çalışıyor. Bu yüzden film aşk ve savaştan ziyade suçluluk duygusu ve pişmanlık hakkında romantik ama aynı zamanda trajik bir mesaj veriyor.

Filmin savaş sahnelerine kadar, kız kardeşi olay örgüsünün en önemli fakat filmin yan karakterlerinden bir tanesi olarak düşünüyoruz. Kız kardeşin en önemli özelliği filmin ilk sahnesinden itibaren gözümüze sokulan yazar oluşu. Daha 13 yaşında ilk oyununu yazan bu hassas kızın hikayenin asıl karakteri olduğunu anlamaya hastane sahneleri ile başlasakda, asıl aydınlanmayı filmin finalinde yaşıyoruz. Tüm film boyunca, piyano üzerine kurulu müziklere ritim olarak eşlik eden daktilo sesleri ise filmin en ince düşünülmüş ip uçlarından bir tanesi. Gene ilk sahnelerden itibaren filmde bu sesi duymaya başlıyoruz ki bu da bize kız kardeşin konumu hakkında önemli bir gönderme yapıyor. Büyüleyici olan ise daktilo sesinin önemini filmin sonunda anlıyoruz. Filmin sonunda daktilo sesi ile yapılan göndermelerin bir daktilo sahnesi ile meşru hale gelmesi gibi bir şey yok. Daktilo sesleri kız kardeşin hikayenin merkezindeki yerini tam olarak anladığımız zaman anlamlı oluyor ve işin büyüleyici yanı burası. Ki ödenen kefarette burada saklı.

Sinema yorumcusu değilim bu yüzden böyle bir makalede nelere dikkat edilmesi gerek, nelerin üstünde çok durulması gerek bilmiyorum. Sadece aklıma gelen, Atonement'i benim için değerli kılan unsurlara değinmek istiyorum. Atonement'in görüntüleri ve kurgusu oldukça etkileyiciydi. Müzik ve sahnelerin uyumu, sahnelerin geçişi ve hikaye anlatımını zenginleştirmek için zaman akışınıda yapılan değişiklikler oldukça etkileyici. Günümüz klip estetiğinin yorucu ve hızlı görüntüleri yerine uzun ve dingin görüntüler seyrediyor olmak çok güzeldi. Karanfil tarlasındaki asker ya da çalıların arasında göğsündeki yaraya bakan asker sahnesi gibi ki buna sinemadaki öpüşme sahnesini görüp sevgilisini düşünen askeri de ekleyebiliriz (tüm askerler aynı kişi). Duygusal olarak yukarıdaki sahneler kadar etkileyici olmasada teknik ve estetik açıdan çok başarılı bulduğum diğer sahne ise üç askerin limana ulaşması ve tek bir kamera ile liman boyunca yürüyen askerleri takip ettiğimiz, koro halinde şarkı söyleyen askerlerin çevresinde döndüğümüz sahne idi.

Atonement'in gibi bir film için kötü yorum yapmak çok zor. Elbette hikayenin böyle bitmemesini isterdim, tıpkı kız kardeş gibi. Fakat filmi bu kadar etkileyici ve güzel yapan şeyde kız kardeşin hissini filmin sonunda kendi üzerimizde hissetmek. Film boyunca aşık çifte (ki kız kardeşi de aşık kabul edebiliriz) empati duyarken en sonunda kendimizi kız kardeşe empati yaparken bulmak üstelik hikaye boyunca ona antipati hissederken bu konuma düşmek oldukça değişik bir deneyimdi.

imdb'de Atonement