Kötü Eğitim

Peh, daha iyi bir blogger olmak istiyorum dedim ama şuna bakın, son yazımdan bu zamana neredeyse bir ay geçmiş. Hmm genede suç benim diyemem. Çoğu zaman olduğu gibi gene koşulların kurbanı oldum. Ama illa bir suçlu bulmamız gerekiyorsa asıl suçlu finallerdir. Hatta eğitim hayatım boyunca girdiğim tüm sınavları ve aldığım tüm notları da suçlayabilirim.

Bu seferki finallerim sadece yazı yazmamı değil tüm yaşamsal faaliyetlerime ara vermeme sebep oldu. Zira yüksek lisans yapıyor olmak kolay iş değil derlerdi de inanmazdım. Hala da inanmıyorum ama akademik hazırlık cidden zor işmiş. Zormuş çünkü bir dersten kalırsan dahi tekmeyi basıyorlarmış ve ortalaman 2.5 üstünde olacakmış. Bu iki koşuldan birini yerine getiremezsen marş falan olmaksızın uğurluyorlarmış. Tabi diyemiyorsun hiç kimseye ulan benim lisanstan mezun olma notum 2.5 diye. Ki bence bir üniversitelinin en büyük lüksü olan okulu uzatmıyorsa bu dönemlik bu dersten kalmamda hiç bir sakınca yok rahatlığından yoksun olmak bambaşka bir trajedidir. Şahsıma özel sıkıntım ise benim bu yüksek lisans programına başlamamdan bir dönem önce ablamın aynı programdan mezun olmasıydı. Yani eğer ben bu programdan atılırsam ailenin yüz karası olduğumu bir kere daha ispatlayacaktım. O sebepten çalışmak gerekiyordu. Nitekim çalıştım.

Bir çok şeyi ikinci plana ittim ve çalıştım ama bir yandan da sancılarla dolu eğitim hayatımı düşünmeden edemedim. Baştan açık olmakta fayda var, üniversite hayatı toplam orta öğretim ve lise hayatından (bizde ilk okul beşte bitiyordu) uzun sürmüş birisiyim (yedi buçuk yıl). Bu konudaki tek avuntum bunca yılın tek üniversitede geçmemiş olmasıdır (eğer yedi buçuk yıl itü'de okumuş olsaydım şimdi çok ciddi psikolojik tedaviler görüyor olurdum). Ama sanırım böyle olacağı daha ana okulundan belliydi.

Benim eğitim kurumları ile olan maceram beş yaşında iken zorla ana okuluna gönderilmem ile başlamış. Hani bir çok insan zaten ana okuluna dahi gitmezken ben ana okuluna iki yıl üst üste gittim (inanın bana o zamanlarda yapılıyordu ana okulundan kalmış bu çocuk esprisi, ne diyebilirim ki kötü espri zamandan bağımsız birşey) çünkü annemin benimle baş etmeye gücü yetmiyordu. Gayet yaramaz bir çocuktum, kadın haklıydı (kendini çocukken yaramaz zannedenler, soruyorum size kaçınız evde yangın çıkardı? Bende öyle düşünmüştüm.).

Eğitim kurumları ile maceramın ilk okulun ilk gününden lise sonun son gününe kadarki kısmını bu seferlik atlayıp üniversite maceramıza değinelim. Sene 2001, yaz ayları. ÖSS sonuçları yeni açıklanmış telefonum çalıp duruyor. Lakin öss konusunda gayet depresif bir ruh hali takındığım için ve nereyi kazandığımı zerre umursamadığım için bir gece öncesinden bir kaç lise 2'li arkadaş ile sarhoş olmayı tercih ettim ve herkes sabahın köründe sonuçlara bakarken ben uyudum. Ama uyutmadı diğer arkadaşlar sağolsunlar. İlk açtığım telefon Uğur'undu. Heyecanlı bir şekilde Hacettepe oğlum dedi. Hadi lan dedim ve kapattım telefonu. Hacettepe olamazdı, olmamalıydı. Ben ilk üniversiteye girişimde yaklaşık 18 tane tercih yaptım. Bunların 16 tanesi İstanbul'du. Sadece iki tanesi Ankara idi ve onları da son anda ablamın önerisi ile yapmıştım ve normalde buna hiç niyetim yoktu (niyetimin olmamasının elbetteki kalbi kırık bir aşık olmam ile alakalıydı). O yüzden ilk telefonu hadi len diye kapattım. İkinci arayan Orkun'du. Bana numaramı sormuştu. Cep telefonu numaramı söylediğimde ne diyorsun manyak herif diyerek telefonu kapatmıştı. Sonuçta cepten aramıştı. Gel gelelim bir kaç telefon konuşması daha yaptıktan sonra zoraki olarak yataktan çıkmış ve gerçeği ister istemez kabul etmiştim. En azından düzgün bir yerleşkesi olan hatırı sayılır bir üniversiteye gidiyorduk.

Öncelikle şunu belirteyim Hacettepe'nin beytepe yerleşkesi sadece yerleşim alanı olarak değil aynı zamanda da yerleşke hayatı olarak da itü'ye on basar.

Üniversite için soğuk başkentimize giderken aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Bu aklımdan geçen bir sürü şeyi rahat rahat yapabilmek için ilk yıl hazırlık okumaya karar vermiştim. Öss'den ve liseden oldukça yorgun çıkmıştım, keşfetmek ve öğrenmek istediğim bir sürü şey vardı ve bunu ders çalışma zorunluluğu olmadan yapmak istiyordum. İlk yılın sonunda en az efor ile hazırlık geride kaldığında bilmediğim şey keşfetmek ve öğrenmek istediğim şeyler için bir yıldan daha fazlasına ihtiyacımın olduğu imiş. Ve ben harıl harıl ders çalışmaya da kesinlikle hazır değilmişim.

Baş kentteki ikinci yılımda afili derslerin başlamasıyla hem serserilik yapıp (hani keşfetmek ve öğrenmek dediğim şey) hem de okumanın aynı anda yürümeyeceğini anladım. Bu şekilde de iki yıl geçti ve toplamda Ankara'da geçen üç yılın sonunda hala birinci sınıftaydım. Artık bir şeyler yapma vakti gelmişti. O sırada okuduğum bölümde mutlu olmadığım için tekrar ÖSS'ye girmek iyi bir fikir gibi gelmişti. Amaç şuydu tekrar ÖSS'ye girilecek ve eğitim hayatına ODTU'de devam edilecekti. Tabii olaylar düşündüğüm gibi idrak etmedi.

Hastalıklı bir sınav tecrübesi, ölüm tehlikeleri ile dolu bir yaz ve umut dolu bir eylül ayı sonrasında artık İstanbul'daydım. Nasıl olduğunu bilmeden, hiç hesapta yokken birden bire İTÜ'lü olmuştum. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum ama kötü hissetmekten çok sıkılmış olduğum için iyi hissediyormuş gibi yapıyordum. Ama stres daha yeni başlıyormuş fark etmemişim.

Bu seferki sıkıntı ise Ankara'da heba ettiğim üç yıl yüzündendi. Hızla aradaki açığı kapatmak, hemen mezun olmak gerekiyordu. İlk yıl beyhude bir çaba ile ortalama için uğraşmıştım, beyhude idi çünkü ikinci ÖSS denememde de yakamı bırakmamış olan ve henüz kendisinin ismini dahi bilmediğimiz hastalığım hiç bir şeyin yolunda gitmesine izin vermiyordu. Deliler gibi çalıştığım sınavlarda bile ataklar geliyor, başarıya kesin gözüyle baktığım derslerde bile acaba kalırmıyım diye sorar hale geliyordum.

Ortalama derdi geri de kaldığında ise (ki bu ikinci dönemin ikinci yarısına tekabül eder) tek derdim okulu daha fazla uzatmamam olmuştu. Bu yüzden ne ödev yapardım doğru düzgün ne de derslerin uygulamalarını takip ederdim. Düşünüyorumda ortalamamın 2.5 olmasının yegane sebebi buydu sanırım. Zira çoğu finalde gayet iyi notlar alıyordum ama genelde CB'nin üstünde not alamıyordum. Hiç unutmam gravite dersinin notları açıklandığında dersi veren hocanın yanına isyan içinde gitmiştim. Ulan yarım sayfa formül yazdık nasıl CB olur diyordum (tabii daha düzgün bir dille). Dur bakalım final notuna demişti, finalde en yüksek notu ben almışım meğersem. O an gözlerimden ateşler fırlamıştı sanırım, zira benden sonraki en yüksek notu alan arkadaş BA almıştı. Çok iyi hatırlıyorum normalde yanında o şekilde konuşmayı istemeyeceğim ve kısmende cesaret edemeyeceğim hocanın yanında bağıra çağıra olayı kabullenmekte çektiğim zorluğu anlatıyordum. Hoca da beni bağlamaz arkadaşım diyordu. Haklıydı sanırım.

Tabii her zaman derslerinde başarılı ama ödev sorumluluğu olmayan bir öğrenci olduğum için kötü notlar almıyordum. Mesela neredeyse okulumu bir dönem uzatmama sebebiyet verecek olan Uzay Jeofiziğinden o gün Sismik finali var zannettiğim için kalmıştım. Sınıftayım, tüm çocuklar oturmuşuz ve adamlar uzay jeofiziği çalışıyorlar. Birşeylerin yolunda gitmediğini o sırada anlamıştım (hehe). E tabii haliyle kaldık o dersten (oysa çalışsam kesin CB ile geçerdim). Ama neyse ki okulumu o ders yüzünden yarım dönem uzatmadım. Okulumu yarım dönem uzatmamın tek sebebi bitirme projesine kayıt olmak için tüm dersleri en azından bir kez almış olmak gerek bilgisinden yoksun olmamdı. Ben henüz alınması gereken son ingilizce dersini almamıştım. Planlarıma göre o dersi verip öyle mezun olacaktım. 4. sınıfın son günlerinde bu acı gerçek suratıma çarptığında ne hissedeceğimi cidden bilemedim. Normalde bu tarz durumlarda otomasyonu suçlamak ve yahut onlar ile deli gibi kavga etmek yapmayı en çok tercih ettiğim şeydir (sık sık da yaptım) ama bu sefer onu da yapamıyordum. O günlerde haberim olmayan bir diğer şey ise iş hukuku diye bir dersin varlığıydı. Bakın o dersi almam gerektiğini bilmiyordum demiyorum, öyle bir dersin varlığını bile bilmiyordum. Meğersem onu da almam gerekiyormuş.

O yaz İTÜ'den son derslerimi aldım. İngilizce 201 ve İş hukuku. Akabinde de zaten geçtiğimiz dönemde yarısını hazırlamış olduğum tezi yazdım. Fakat orada da işler yolunda gitmedi. Genel olarak takvimler ile ilgili bir problemim var. O günlerde bir de World of Warcrat ile bir problemim vardı. İkisi bir araya gelince ve tüm bunlar tez hocamın sinirlerinin hassas olduğu bir dönemde olunca gene herşey cehennem azabına dönmüştü. Okul bir dönem daha uzar sanırım diyordum ciddi ciddi. Son anda (yeni yıl arifesinde millet eğlenirken yazdığım tezinde yardımı ile) işleri bir şekilde yoluna koymayı başarmıştım ama her halde ömrümden de bir iki yılı çöpe atmıştım (neyse ki daha önceden sigarayı bırakarak bir iki yıl fazladan kazanmıştım).

İTÜ'den arkadaşlar ile bazen yaptığımız bir espri vardır. 75. yıl'ın (yemekhane ve merkez kantin) orada bir masanın üstüne çıkmak ve gençliğimi bana geri verın ulaaan diye bağırmak. Elbetteki orada geçen 4.5 yılın tamamen işkenceden ibaret olduğunu düşünmüyorum, orada da başımıza gelen güzel şeyler vardı (İTÜ Rock kulübü diyeceğim ama o da değişik bir işkence sayılırdı, hehe), şansıma çevremde tek dersi dersler olmayan, oturup iki çift laf edebileceğin insanlarda vardı. Ama bu insanlar ve ben aslında İTÜ'de bir azınlıktık. Tek derdi dersler olmayan, tek derdi kariyer ya da ne anlama geldiğini bilmediğim bir rekabet dürtüsü olmayan insanlar olarak aslında tam olarak oraya ait değildik. Aynı eğitimi kesinlikle başka koşullarda çok daha iyi bir şekilde alabilirdik, sadece mühendis ya da sadece akademisyen değilde birazda insan olmanın önemli olduğu bir üniversitede mesela.

NOT: Finallerimi geçtim, okuldan atılmadım. Sonra da kapansın yerleşkeler, açılsın meyhaneler dedim ve içtim. Baya içtim.

Hiç yorum yok: